|
MEDİNEDEN
LOZANA Yazar: Taha AKYOL Yayınevi: Milliyet Yayınları İslamcı kesimden bazı yazarlar, “çok hukuklu sistem”
istiyorlar ve bunuda Peygamberimizin “Medine Sözleşmesi”ne dayandırıyorlar;
Bugün de Türkiye’de dindarlar, laikler, aleviler, sünniler, hıristiyanlar,
museviler, ayrı ayrı “hukuk toplulukları” haline getirilmeli ve “kendi
hukuklarını” yaşamak üzere böyle bir sözleşme yapmalıdırlar! Medine
Sözleşmesi’nden Lozan Antlaşmasına kadar hukuk nasıl bir değişim çizgisi
izledi? Tanzimatçıların, Mecelle yazarı Ahmet Cevdet Paşa’nın, Abdülhamit’in,
İttihatçıların çizgisi nedir? İslam’da içtihat, çok karılı evlenme ve din
hukuk ilişkisi hangi boyutlarda? Lozan’da Venizalos ile İsmet Paşa’nın
“hukuk”savaşı? Devleti, “hukuk kabileleri federasyonuna” dönüştürmek ne gibi
sonuçlar doğurur. İşte bu kitap bütün bu meselelere elden geldiğince tarih
çizgisinde çözümler getirmeye ve irdelemeye çalışmıştır. Hz. Peygamberin Medine’deki Yahudi ve müşrik (putperest) kabilelerle
imzaladığı Medine Vesikası ile imzacı bütün taraflara kendi hukukuna göre
yaşama hakkı verilmiştir. Öyleyse, çağımızda da etnik, dini, ideolojik
gruplara da kendi hukuklarını seçme özgürlüğünü tanıyarak “bir arada
yaşamanın formülü” gerçekleştirilebilir mi? Bu gerçek Medine Sözleşmesi’nde şu şekilde ifade edilmiştir;
“Yahudi’lerin dinleri kendilerine, Müslümanların dinleri kendilerine”
denmektedir. Bu, Mekke’de inmiş olan “sizin dininiz size, bizim dinimiz bize”
ayetinede paraleldir. Meselenin Fıkhi ve Dini Boyutu ve İslam’da İçtihad: Şeriatin emretmediği, yasaklamadığı, sadece izin verdiği bir
konuda devlet çağın ihtiyaçlarına göre rasyonel düzenlemeler yapabilir mi?
Hatta Şeriatin emrettiği yahut yasakladığı bir dünyevi konuda devlet çağın
ihtiyaçlarına göre farklı bir düzenleme yapabilir mi?Bu konuda Hukuku Aile
Kararnamesinin (HAK)’ın mazbatasında “caizde devletin tasarrufu” savunulurken
verilen bir örnek, küçüklerin velileri tarafından evlendirilmesi konusudur.
Şeriat buna izin veriyordu. HAK ise küçüklerin evlendirilmesini yasaklamış ve
Ulemadan da bir itiraz gelmemiştir. Öyleyse, şeriatin izin verdiği çok karılı
evlenmeyi de devletin yasaklaması neden mümkün olmasın?! Bir diğer örnek ise; eski çağların şartlarında Şeriat
köleliği “caiz” saymış, ama çok karılı evlenmede olduğu gibi, “ köleliğin
kaynaklarını tahdit edip köle sahibi olmayı zorlaştırarak”, kölelere yeni
haklar tanıyarak ve köle azadını büyük sevap sayarak aslında kölelikten
arınmayı tavsiye etmiştir. Osmanlıda da kölelik yasaklandığı zaman hiçbir
Şer’i itirazla karşılaşılmamıştır. “Caizde devletin tasarruf yetkisi”
bakımından Hz. Ömer’in bir düzenlemesi de çok ilginçtir: Kur’anı Kerim, Maide
suresinin 6.ayetinde Müslaman erkeklerin Hıristiyan ve Yahudi kadınlarla
evlenmelerinin “helal” olduğunu belirtmiştir. Bu ayete rağmen Hz. Ömer,
gayrimüslim kadınlarla evlenmeyi yasaklamıştır ve bunu yaparken de başka bir
dini kurala değil, sırf değişen sosyal şartlara dayanmıştır. Hatta Hz. Ömer, ganimet konusundaki Kur’an ayetini, değişen
şartları dikkate alarak uygulamamıştır. Bu ayet, “caiz” bile değil, emir
niteliğindeydi. Ama Hz. Ömer, yeni dünyevi ihtiyaçları gerekçe göstermiş ve
ganimet olarak elde edilen Irak arazisini ayete göre gazilere dağıtmamış,
“maslahat”ı, yani kamu yararını gözeterek, ‘ikta’ etmiştir, yani olduğu gibi
eski sahiplerine bırakmış ve vergiye bağlamıştır. Osmanlı Deneyi: Fatih’in sistemleştirip devlet için bir ‘esas teşkilat
hukuku’ kaidesi haline getirdiği “millet” (dini cemaat) “çok hukuklu sistem”
idi; her dini cemaat dini yönetim teşkilatına sahipti, kendi dini liderleri
tarafından dini kurallara göre idare ediliyordu. Yargı meselesi ve hukuk da
dinlere göre farklılaşıyordu. ‘Millet’ denilen dini cemaatlerin ruhani
reisleri devlet tarafından atanıyor, cemaatin devletle olan ilişkileri bu
kanalla yürütülüyordu. Fakat tarihin belli laboratuar şartlarından Osmanlı için bir
güç ve sosyal dayanak faktörü olan “millet” sistemi yani çok hukuklu sistem
zamanla ciddi sorunların kaynağı olmuştur. Gerçekten bir dönem itibariyle Osmanlı devletinin geliştirip
kurumlaştırdığı dini cemaat özgürlüğü Devlet-I Aliyenin 500 yıllık ömrünün en
temel sebeplerinden biridir. Ancak bu durum Fransız ihtilali kebirinin bütün
dünyaya yaydığı ulus fikrinin zamanla Osmanlıyı da etkilemesi sonucu “millet”
sistemi yani “çok hukuklu sistem” Hıristiyan tebaanın ve diğer azınlıkların
ayrı birer ulus olma yolunda hazır bir temel zemin hazırlamış ve Osmanlının
parçalanmasında en belirgin faktör olmuştur. Kapitülasyonlar ve Çok Hukuk: Osmanlı devletinin tasfiyesi, topraklarının paylaştırılması,
Müslüman Türklerin Avrupa’dan atılması… Bu sorunlara Batı siyasi
literatüründe “Şark Meselesi” (Doğu Sorunu) denilmiştir.”Şark Meselesi”
tabirini ilk defa Çar Aleksandır, 1815’teki Viyana Kongresi’nde kullandı.
Napolyon sonrası Avrupa’ya verilecek yeni düzenin konuşulduğu kongrede Çar,
“Osmanlı devletinin idaresinde yaşayan Hıristiyan halkın durumuyla
ilgilenilmesini” ve böylece “Şark Meselesi”nin bir çözüme bağlanmasını
istedi. O günden beri, Osmanlının paylaşılması bu yolda azınlıkların durumu
“Şark Meselesi” olarak adlandırıldı. 21 Temmuz 1774’te imzalanan Küçük Kaynarca antlaşması ile
Kırım, Osmanlıdan ayrılacak, sözde bağımsız olacak ama Kırım Müslümanları
“diyani” bakımdan Osmanlı Halifesine bağlı kalacaklar. Buna karşılık, Osmanlı
Ortodoks tebaası ve Ortodoks kiliseleride Rus Çarı’nın “diyani” himayesi
altında bulunacaktı. Rusya bu önemli maddeyi kabul ettirerek iç işlerimize
tam anlamıyla müdahele zeminini hazırlamış bulunuyordu. İşte en müşkül bir problem haline gelen bu durumu Cevdet
Paşa şu şekilde anlatır; Cevdet Paşa, yabancıların kendi hukuklarına ve
mahkemelerine tâbi olması demek olan kapitülasyonların “Devleti Aliyyece” en
müşkül bir iş ve alel husus, yargılama bakımından ecnebilerin imtiyazının
kabul edilmez bir keyfiyet aldığını belirtir ve örnek verir; “Şahid istenilir
ve Şer’iye mahkemeleride Hıristiyanların şahidliği dinlenmediğinden,
Bâbıâlinin gayet sakındığı bir şahitlik meselesi meydana çıkar ve bu türlü
davalar için ecnebiler Şer’iye mahkemelerine gitmezler.” Devletin genel zaafının yanında, kapitülasyonların (adli)
konsoloslara ve Avrupa’lı büyükelçilere tanıdığı yetkiler ve çok hukuklu
sistemden kaynaklanan sorunları, Osmanlı devletinin egemenlik haklarını yok
mertebesine düşürmüştür. Mecelle ve Yargı Birliğine Doğru: İşte bu müşküllerden sonra Osmanlı devlet adamları kendileri
bir hukuk ve yargı birliğine gitme yollarını araştırmaya başlamışlar ve bu
meselinin halli için çeşitli tedbirler almışlardır. Bunlardan ilki klasik İslam hukukundaki “fetva” (doktrin) ve
“kaza” (yargılama) sisteminin artık yetersiz kalması, çoğu ihtiyaçlarına
cevap vermemesi…Nitekim Mecelle, İslam dünyasında, belli fasıllar ve maddeler
halinde düzenlenmiş ilk kanun derlemesi, yani kodifikasyondur; müdevvanat’tır. İkinci olarak; Kanunların şahsiliği ilkesine, yani
şahısların inançlarına dayanan “çok hukuklu sistem” yerine, mülkilik (ülke)
prensibine dayanan ve din farkı gözetmeden ‘ülke’deki herkes için geçerli
olacak kanun derlemesine (kodifikasyon) ihtiyaç duyulmuştur. Nitekim Mecelle,
din ayrımı gözetmeden bütün Osmanlı “vatandaş”ları için geçerli bir kanundur. Mecelle’de hukuk ve yargı birliğine doğru önemli reformist
maddeler getirilmiştir. Bu konuda günümüz İslam hukukçusu Hayrettin Karaman
HAK’ın bu özelliğine dikkat çekerek şunları söylemektedir; “Kararname, kanunlaştırma sahasında olduğu gibi, asrın
içtimâi ve iktisadi ihtiyaçlarını karşılamak üzere getirdiği yeni hükümler
bakımından da ileri bir merhaleyi temsil etmektedir.” Nitekim 18 yaşını doldurmamış erkeğin ve 17 yaşını
doldurmamış kızın evlenmesi, mahkeme iznine bağlanmıştır. Eskiden küçükleri
koruyucu böyle bir hüküm yoktu. HAK’ta çok karılılığa bir sınırlama olmak
üzere, nikah sırasında kadın tarafından kocasına tek karılılık şartının koşulabileceği
hükmünün getirilmiş olması çok önemli bir adımdır. İslam hukukunda yer
almayan nişanlılık hükümleri ve nikahtan önce ifa mecburiyeti de hukukumuza
ilk defa HAK ile girmiştir. Bu yenilikleri sayan Karaman diyor ki; “Zamanın değişmesi
ile hükümlerinde değişebileceği, devlet başkanın tercih ettiği mezhep
hükmünün tatbik edilebileceği gibi kaidelerden istifade edilerek tanzim
edilmiş, İslam’ın ruhuna uygun maddelerdir. Çok-karılı evlenmeye sınırlama
getirirken HAK’ın dayandığı fıkhi gerekçe, dinin müsaade ettiği (caiz
saydığı) bir konuda da devletin yasak getirebileceği düşüncesidir. Buna,
“caizde devletin tasarruf yetkisi” denilmiştir. Patrikhane ve Yargı: Patrikhane aile hukuku alanındaki yargı yetkisiyle
yetinmemiş, Meşrutiyetten hemen sonra, sanki devlet içinde devlet gibi geniş
bir yargı hakkına sahip olması gerektiğini savunmaya başlamıştır. Ve İşgal
Kuvvetleri: HAK, sadece kanun birliği sağlamakla kalmamış, aile hukuku
sahasında patrikhanenin yetkisinide kaldırarak yargı birliğinin sağlanmasında
çok önemli bir adımı teşkil etmiştir. Rum ve Ermeni patrikhanelerinin bu alandaki yargı yetkisi
Şer’iye mahkemelerine verilmiş fakat mahkemeler Şeyhülislamlıktan alınıp
Adalet Bakanlığına, genel yargı sistemine bağlanmıştır. Bu durum azınlıkların büyük tepkisini çekmiş ve HAK’ın
sonunu hazırlamıştır. Osmanlı savaşta mağlup olmuş İttihat ve Terakki
iktidardan düşmüş ve yerine Hürriyet ve İttifak gelmiştir. Bu ortamda işgal
kuvvetleri HAK’ı İstanbul’da tümden yürürlükten kaldırırken Suriye’de sadece
ruhani reislerin yargı yetkisini iptal eden maddeleri yürürlükten kaldırması
önemlidir ve yargı yetkisinin ne kadar stratejik olduğunu göstermektedir. Sevr Yolunda Çok Hukuk: 1.Dünya Savaşı itilaf devletlerinin zaferiyle sonuçlanınca
galipler barış için dayatacakları şartları hazırlamak için Paris’te,
Londra’da ve San Remo’da bir dizi konferans düzenlediler. Sonunda ortaklaşa
bir karara vararak Sevr antlaşmasına şu maddenin konulması önerilir; Padişahların gayrimüslim topluluklara “azınlıklara” özel
ferman ve beratlarla verdikleri ve 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat
Fermanı gibi padişah iradesiyle teyid edilen kilise, okul ve yargı
işlemlerine ilişkin ayrıcalık ve bağışıklıkların tekrar verilmesi.” Lozan’da Adli Kapitülasyonlar: Kapitülasyonlar Lozan’da çok tartışılmış hatta müzakerelerin
kesilmesinde kapitülasyonlar konusundaki anlaşmazlığın çok büyük rolü
olmuştur. Çünkü kapitülasyonlar konusu hem ülkelerin büyük iktisadi çıkarları
ile ilgiliydi hem Türkiye için yaklaşık bir asırdır mücadele ettiği bir
egemenlik sorunuydu. Lozan’da İngiltere ve Müttefikleri kapitülasyonların artık
savunulamayacağını kabul etmişler ama onun yerine İsmet Paşa’nın deyimiyle
“adı kapitülasyon olmayan ama kapitülasyonlarda bile görülmemiş hükümler
taşıyan” bir rejimi savunurken iki gerekçe ileri sürmüşlerdir: 1.Türkiye’de adalet sistemi kötü, hakimlerin bilgisi
yetersiz, 2.Türkiye’de yaşayanlar şeriata dayanıyor eksik ve yetersiz,
Müslüman yasalarına hıristiyanlar tâbi tutulamaz. Bu iki gerekçeyle İngiltere ve Müttefikleri kapitülasyonlardaki
“Konsolos Mahkemeleri” ve adliyedeki “tercümanlar” sultasının kaldırılmasına,
bunların yerine “Avrupalı Yargıçların” konulmasını istemektedirler. Ve Sona Doğru: Yeni Türkiye’nin liderleri Avrupa’dan bir medeni kanun
almayı düşünürken içinde bulundukları ortam şudur: Azınlık temsilcilerinin
katıldığı karma komisyonlarda azınlıklar için ayrı kanunlar hazırlanıyor; bu
konuda son sözü Avrupalı “üst hakem” söyleyecektir…Avrupalı danışmanlar
Türkiye’nin hukuk düzenini incelemek için ülkemize gelmiş, çalışmalara
başlamıştır. Bu ortamda Milli Mücadele’nin içinden çıkmış yeni liderler
bunlara süratle bir son vermek için din ve mezhepleri ne olursa olsun bütün
vatandaşlar hakkında geçerli olacak, batının siyasi müdahelelerine meydan
vermeyecek bir medeni kanun düşünüyorlar. Tercihleri İsviçre Medeni
Kanunu’dur. Osmanlı geleneğinde Fransa’dan Ticaret ve Ceza Kanunları
alınmıştı. Cumhuriyet döneminde mesela; ceza kanunu İtalya’dan, ticaret
kanunu Almanya’dan alındı. Medeni kanun içinde İsviçre medeni kanunu
tercümesine başlanmıştır. Bu kanunun tercüme ve kabul edilişi sürecinde
azınlıklar dilekçe vererek Lozan’ın 42. maddesindeki özel hukuktan
vazgeçtiklerini bildirmişlerdir. Sonuç: Tarih laboratuarının verdiği ders şudur: Bir toplum içinde
dini veya etnik azınlıkların “kendi hukuklarına” tâbi olmaları, Roma’nın
parçalamasının ardından Avrupada daha da yaygınlaşmış, “Romalı Romalı’nın,
Gotlu Gotlu’nun yargıcı” olmuştur. Haçlı seferleri sırasında Müslüman ve
Hıristiyanlar mütekabiliyet ilkesiyle, kendi ülkelerindeki öteki din
mensuplarına “kendi hukuklarına uyma” hakkı tanıdıkları gibi, böyle bir
mukaveleye dayanmadan, mesela, Fetihten 60 sene önce Bizans İstanbul’da İslam
hukukuna göre yargı yapan bir kadı idaresinde Müslüman cemaat oluşturulmasına
ve cami inşasına müsaade etmişti. İşin özü, o zamanlarda bütün dünyada “kanunların şahsiliği”
ilkesinin geçerli olmasıdır. Sosyal ve ekonomik gelişme sürecinde, zamanla
“hukukun mülkiliği” yani “ülke”ye göre belirlenmesi ilkesi geçerli olmaya
başladıkça, din, ırk farkı gözetmeden ülkenin tümünde geçerli olacak kanunlar
gerekmiştir. Yatay sosyal ilişkilerin fazla yoğun olmadığı eski
toplumlarda görülen bu ‘her cemaatin kendi hayatını yaşamasına dayalı
hoşgörünün İslam imparatorluklarında son derece geliştiği ve tarihen emsalsiz
olduğu muhakkaktır; Farklı dinlere hoşgörü ve cemaat idarelerine dokunmama
İslam’da bir dini kural olarak da ifade edildiği için, daha güçlü bir
tatbikat bulmuş; Müslümanlar gayrimüslimlere bu hakları tanırken kendi
imanlarının gereğini yerine getirmenin bilinciyle davranmışlardır. Din olarak
İslam, bu hoşgörüyü teşvik etmiştir. Fatih, ‘Bosna Rahipleri’ için çıkardığı
fermanda, onları rahatsız edecek herkes için Allah’ın lanetini dilemektedir.
Müslüman, bir gayrimüslimin ibadet hürriyetine ve cemaat hayatına müdahale
ettiği zaman, kendi inandığı dini kurallarını ihlal etmiş olmaktadır. İslam
devletlerinde dini hoşgörünün, devrin şartlarına göre, en ileri boyutlarda
olmasının temelinde bu iman vardır. Evet, “Medine Vesikası” gerçekten bir toplumsal sözleşmedir.
Ama hem dini olarak hem tarihi olarak İslam’ın yürüyüşünde, gayrimüslimlerin
konumu “sözleşme”den çıkarak bir “itaat” statüsü olan “zimmet” (zımnilik)
konumuna dönüştürülmüştür. Tarihin büyük pratiğine baktığımızda, İslamiyet
“sözleşme”den bir itaat statüsü olan “zımmi”ye geçmeseydi, büyük İslam
imparatorlukları kurulmaz, imparatorluk içindeki güvenliğin sağladığı
iktisadi, sosyal ve kültürel ilişkiler, bilimsel faaliyetler gelişmez, yani
İslam medeniyeti doğmazdı: Nitekim, gerekli tarihi- kültürel malzeme hazır
olduğu halde, İslam imparatorluklarından önce aynı coğrafyada böyle bir
müşterek medeniyet hamlesi yaşanmamıştır. Zaten “sözleşme” statüsü o çağlarda bile yürümediği için,
güçlenen İslam devleti “zimmi” statüsü karşılığında artık “itaat” istemiştir. Ancak tarihi seyir içinde dinler-arası ticari ve sosyal ilişkiler yoğunlaştıkça, “zimmi” statüsünü de il-a nihaye sürdürmek mümkün olmamıştır. Teknoloji, ticaret, kültürel ihtiyaçlar nasıl insanoğlunun “klan”ı, “site”yi, “kabile” ve “feodalite”yi aşmasını gerektirmişse, aynı dinamikler belli bir yoğunluğa ulaştığında, dünyevi işlerde “cemaat”I de aşmayı ve hukuk birliğine yönelmeyi “zaruret” haline getirmiştir. |