|
DİN,
MEDENİYET VE LAİKLİK Yazar: Ahmet SELİM (Zeki ÖNAL) Yayınevi: Timaş Yayınları DİN, FAZİLETE DAYALI MEDENİYETİN BANİSİDİR. “İman, insanı mütevazı yapıp onu dünyadaki doğru yolunda
azimli ve kararlı kılarakıl ise, ona, bilgi sahibi olmak arzusunu ve
maddelerin sırlarına ererek Allah’a yaklaşma heyecanı verir. O'nu, dünyayı
ıslah etmeye, değiştirmeye hazırlar. Kendini daha iyi tanımasına, şahsiyetini
bulmasına yardım eder.” J. Pirenne Yeryüzüne tarih boyunca dinsiz bir millet gelmemiştir. Zaman
zaman ferdi inhiraflar neticesinde “ateistim” diyenler de olmuş olsa bile,
umumi manada insanlar fıtratlarındaki bu inanma duygusunu tezahür ettirme
lüzumunu hissetmiş, hak dinin sesinden soluğundan uzak kalındığı dönemlerde
değişik varlıkları kendilerine ma'bud ittihaz etmişlerdir. Çok eski
devirlerde yaşayan insanların bulunan kabirlerinde ahiret düşüncesine ait
kitabeler, kılıç, kalkan, mücevherat vb. şeylerin çıkması yeniden dirilişe
olan inançlarının bir göstergesidirahiret düşüncesi o toplumdaki dini inancın
bir işaretidir. İlk insanın aynı zamanda ilk peygamber olması, dinin insan
hayatıyla ne kadar bütünlük arz ettiğini gösterir. Hz. Adem'e eşyayla olan
münasebeti, ondan nasıl istifade edeceği ve eşyanın isimleri teker teker
öğretilmişti. İnsanlık kainatla olan ilişkisini, ateşi kullanmasını ve
hayatını devam ettirecek diğer uygulamaları hep Hz. Adem'den öğrenmiştir.
Onun için Hz. Adem, insanlığın her yönüyle babası kabul edilmiştir. Peygamberler insanlığa iki yönüyle rehber ve numune olarak
gönderilmiştir. Birincisi, dünyevi hayatlarını tanzim sadedinde beşerin
ihtiyaç duyduğu ilim, fen ve teknikte onlara öncülük yapmış, ilim ve fende
sınır taşlarını mucize eliyle tespit etmiş ve beşeri o sınıra ulaşmaya teşvik
etmiştir. İkincisi; hem dünyaya hem de ahirete bakan yönüyle insani
hasletlerde rehberlik yapmış, ahlak-ı aliye ve secayay-ı aliyeyi yaşayarak
örnek olmuşlardır. Bu cihetle peygamberlere medeniyetin gerçek banisi dense
sezadır. Peyami Safa'nın “Yeryüzünde, iki büyük medeniyet iki büyük dinin
eseridir: İslamiyet ve Hıristiyanlık.”sözü mevzumuzu te'yid eder. Bazılarının
küfürlerine mesned teşkil için insanlığı mağaralara sokmaları, taş devirleri
ihdas etmeleri, hakikatle bağdaşmaz. Eğer böyle düşünülmezse Hz. Süleyman
(as)'ın kurduğu medeniyeti, Hz. Nuh’un (as)gemisini, Mısır piramitlerini,
yeraltı şehirlerini izah etmek mümkün olamayacaktır. İşte size özetini takdim edeceğim Din-Medeniyet ve Laiklik
kitabı; ortaçağdan günümüze doğu-batı münasebetleri, din-medeniyet
ilişkileri, dinin terakkiye mani olup olmadığı geri kalışımızın sebepleri,
batıda olduğu şekliyle İslam’da da reformun yapılıp yapılamayacağı, laiklik
ve din, İslam ve demokrasi gibi mevzuların tahlilini ihtiva ediyor. ORTAÇAĞDAN BU GÜNE DOĞU-BATI MÜNASEBETLERİNİN ÖZETİ Batı, ortaçağ İslam medeniyetini gözleri kamaşarak
seyrediyordu. İlk nazarda gözüne çarpanlar, İslam medeniyetinin görüntüsüne
yansıyan zahiri çizgilerdi. a) Maddi ilim ve medeniyet eserleri. b) Aristo'cu rasyonalist fikirler. İslam medeniyetinin aslen iman medeniyeti olduğunu, nurun,
kuvvetin, hızın oradan geldiğini; Yunan düşüncesine yönelen rasyonalist
heveslerin, bu medeniyeti doğuran değil, henüz göze çarpmamış zaaflara
uğratan bir te'sir teşkil ettiğini anlayamadılar. Bunu o zaman biz
anlayamıyorduk ki; onlar nasıl anlasındı? Halbuki biz, hem anlamak hem de onlara anlatmak
mükellefiyetindeydik. Böyle olduğu içindir ki; Kur'an'a ve İslamın özüne
eğilemediler. Bu yönde incelemeler yapmadılar. Bizimkilerin eserlerinden
Aristo'yu tercüme ettirdiler, bizim vasıtamızla eski Yunan düşüncesine
döndüler. Eski Yunan düşüncesinde yine vaktiyle şarktan gelen tevhid izleri
vardı. Berrak, saf ve şümullü değildi ama vardı. Dinlerinden vazgeçmeyi
düşünmediler fakat eski Yunan düşüncesinde gördükleri tevhid izleri, kendi
dinlerinin teslis esası ile çatışıyordu. Karşılarındaki İslam medeniyetiydi,
dini bir medeniyetti, ama geniş bir düşünce hürriyetine sahipti. Dininden
vazgeçmeyi hatırından bile geçirmeyen batının önünde ancak şu çareler
kalmıştı: a) Hür düşünceyi kiliseye rağmen yaymak, b) Buna karşı çıkan kiliseyi reformla dize getirmek, c) Felsefenin sağ kanadını kullanarak teslis akidesini
tevhide doğru götürmek ve sol kanadı ile de “maddeyi ihmal etme” uyuşukluğunu
dağıtmak, d) Böylece, din-medeniyet münasebetini güçlükle kurtarabilen
çok pahalı bir akıl-iman dengesi içinde, ilim ve medeniyet hamleleri yapmak, e) Yine de dini felsefeye ve siyasete kurban etmeyip ana
kaynak olarak muhafaza etmek. Bunlar dile kolay!.. Bunlar peşin programla değil, çarpa
çarpa, yaşaya yaşaya gerçekleştirildi. Batı bunları gerçekleştirmek için
asırlarca uğraştı. Bir gram şeker için bir ton keçiboynuzu yedi. Küçücük bir
tepeyi aşmak için bin tane viraj döndü. Bir tek doğru için bin tane yanlışı
ayrı ayrı yokladı. Beyinler heder etti. Kan döktü. Nesiller harcadı,
hummalara yakalandı. Çamurlara bulandı. Her şey “incecik bir tekamül çizgisi”
nin oluşması uğrunaydı. l2.Asırdan l6.asra kadar batı, İslam medeniyetinden
faydalanmayı, hür düşünceye açılmayı, Rönesans ve reformu gerçekleştirmeyi,
malikane ekonomisinden şehir ekonomisine geçmeyi, ondan da milli ekonomiye
yönelmeyi, pusulanın bulunmasını, bazı keşifleri ve icadları başardı. Burada şunu hatırlayalım; 15.asırda Osmanlı’nın yükselme
devri başlamış ama sahip olduğumuz sistematik dengelerde toprak düzeninin
bozulması gibi belirtiler gösteren aşınmalar, l6.asırda kendini iyice
hissettirir hale gelmiştir. Bunu takiben de duraklama devrine girdik. l7.
Asırda yukarıda belirtilen gelişmelerin düğümlenmek ve tıkanmak üzere olduğu
bir noktada, yani kilise skolastiği yerine ikame edilen Aristo skolastiğinde
de pilinin bitmek üzere bulunduğu bir sırada çok çeşitli kollardan batıya
giden Gazali tesirinin verdiği ilhamla yeni bir hamle tecelli etti. Pascal’ın
da katkısıyla Descartes metafiziği ve Newton’un ilmi bir araya gelerek Aristo
skolastiğini geride bıraktı. 17. Asır, batıda akıl-inanç dengesinin kurulduğu
asırdır. Matematik çok gelişmiştir. Teleskop, mikroskop, barometre icad
edilmiş oldu. Akademiler, rasathaneler kurulmuş, ilim dergileri yayımlanır
olmuştur. Diğer taraftan parlamenter inkişafta görülmekte ve ticaret
kapitalizminin boyutları büyümektedir. (Bu arada liberal ve parlamenter
gelişmeler, İngiltere'de feodal esasa bağlı sosyal ve siyasi nizamı bir
ihtilalle yıkmış, ancak Fransız İhtilali’nden sonra yaygınlaşacak olan yeni
bir nizamı getirmiştir.) 18.Asırda batı kültür hayatının akıl-iman dengesi, iman
aleyhine bozulmaya yüz tuttu. Üst tabakada ahlaki düşüş ve dejenerasyon belirdi.
Vahye inanmamak modalaştı... Bunda E. Kant'ın rolü büyüktür. Vahameti görenler de vardı. J. J. Rousseau bunlardandı. İlk
defa her tarafı mason locaları istila etti. Rasyonalizm, gitti materyalizm
batağına saplandı. Yaradanın varlığına inanan filozoflar yine çoğunluktaydı
ama şüphecilik onların içine de gayri şuuri olarak nüfuz ediyordu. Din de, siyaset de, ekonomi de “liberalizm”e koşarcasına
ilerliyordu... Elektrik, buhar gücü keşfedildi. Fabrika doğdu. Makinalı
dokumacılık başladı. Adam Smith, iktisat ilminin ve kapitalizmin doktrininin
temelini attı... 18.Asır, liberalizmin manevi-siyasi-hukuki-ekonomik
alanlarda en büyük hamlelerini yaptığı asırdır. Ve en büyük siyasi hadiseleri
Amerika'nın kuruluşuyla Fransız İhtilali... Üst tabakalarda iman ve ahlak bozulması yayılırken, kitleler
tehlikeyi sezercesine mistik yönelmeler gösteriyordu. l9.Asra girerken batı,
içtimai buhranlar içindeydi. Kitleler eziliyor, ızdırap içinde kıvranıyordu. l9.Asır, A. Comte asrı... 19.Asır maddeci pozitivizmin asrı... 19.Asır, sosyalizmin, komünizmin doğduğu asır Hegel diyalektiği, Feurbach ateizmi ve Ricardo ekonomisi
birleşmiş, Marksizm halini almıştı... İnkarcı felsefe kanadının hasıl ettiği
netice işte budur. Marks’a göre din afyondur; Freud'a göre ise,
kapris!İngiltere'de C. Dicknes, Fransa'da Balzac ve Hugo, kitlelerin
sefaletini, acılarını romanlaştırıyordu... l9.Asrın kitleleri, ortaçağın
kitlelerinden daha muzdariptir. Bu muydu alınan mesafe.? Batı, ihtilaller
içinde çalkalanıyordu... Bir ara Paris komünü dahi kuruldu. Paris'te
komünizm.! Öyle bir sistemler manzumesi gelişmiştir ki; batı, içte ve dışta
da ancak kan emerek ayakta durabiliyordu. Darwin’in teorisi, ekonomiye
uygulanıyordu. Neredeydi Hümanizm..? Modacı entellektüelin din yerine ikame
etmeye çalıştığı insan sevgisi, tabiat sevgisi, vicdani ahlak gibi değerler
neredeydi.? Uzaktan bakınca zahiri manzara ışıl ışıldı. Fabrikalar,
yollar, saraylar, binalar, parlamentolar... Yakından ve derinden bakınca,
zonklayan akıllar, kanayan ruhlar, bilenen kinler, kıvranan kitleler... “İnce
çizgi” kaybolmuştu. Newton’lar, Descartec'ler, Pascal'lar. Leibniz'ler
hatırlanmıyordu. Halbuki aklın bütün gerçek başarılarının altında onların
emeği vardı. Görünenler, Comte'ler, Buchner'ler, Darwin'ler ve benzerleriydi. Bizimkiler işte bu batıya baktılar. Maddi medeniyetin
muhteşem ve şıklı görüntüsü bizimkileri fena çarptı. “Ne yapalım da onlara
yetişelim?”diye aramaya başladılar. Önce “Dinden biraz uzaklaşalım” dediler.
Osmanlı’nın münevveri Tanzimat'la beraber “namazı” terketti. 1838 Antlaşmasıyla İngiltere'nin kapitalizmine
açıldılarantlaşmaya patta da “sistem” mi sokulurmuş? O sistemi batı, 4 asırda
getirmişti ve henüz nisbi iyileştirme tadillerini de yapmamıştı. Pazar
arıyordu kendine ve biz de pazarlardan bir pazardık. Açtık gümrük kapılarını,
yıkıldı sanayimiz. Dimyat'a pirince giderken, evdeki bulgurdan da olmuştuk. Sonra, Roma hukukunu transfer etmeye başladık. Vaktiyle,
İngiltere kraliçesi bizim hukuk sistemimizi inceletmek üzere uzmanlar
göndermişti. Tabii ki, faydalanabilecekleri “unsurlar ve te'sirleri” almak
üzere. Nereden nereye.? Dansı, baloyu, orkestrayı saraya soktuk... Kıyafetlerimizin
rengini ve biçimini değiştirdik.”Kadınlar korse takacak” diye emirnameler
bile çıkardık! Maymundan insan türemez. Darwin zırvalıyordu. Ama insan
maymunlaşabilir! “Hor ve hakir...” kelamını hatırlayınız. Biz batıyı Fransa'yla tanımıştık. Fransa'nın A. Comte'sine
medeniyet aşkına sarıldık.18.Asrın “masonizm”ine yapıştık. İleride Prens
Sabahaddin, Le Play'a; Celal Nuri, Mountesquie'ya ve Le Bon'a; Baha Tevfik,
Nietche'ye, Kant'a, Darwin'e; A. Cevdet, A. Rıza, Comte'ye; Beşir Fuat,
Buchner'e mürid olacaklardır! Tanzimat’tan beri hemen hemen bütün
yenilikçilerimiz mason localarına kayıtlıydı! Biz batının 18. ve l9.
Asırlardan ne öncesini biliyorduk, ne de sonrasını... Varsa yoksa, bu
asırların medeniyet mirasyedileri...Bırakın batıcıları; Türkçü Ali Suavi ve
Ahmet Vefik de masondu! İslamcı Musa Kazım ve Mahmut Es'at da masondu!
Batıyı-doğuyu, dünü-bugünü, din-ilim, akıl-iman, madde-ruh, kültür-medeniyet
münasebetlerinin hakikatini; işte bu kadar anlamıştık, böyle anlamıştık. Batı, I9.asırdan kurtulmasını da bildi. Ekonomik sistemini
kendi insanı bakımından düzeltici değişiklikler gerçekleştirdi. “İnce çizgi
“nin rolünü hatırladı... (Kendi hesabına) Akıl, atom ve izafiyet, şokunu yiyince kendine gelir gibi
oldu. Darwinizm'de yıkıldı; maddeci pozitivizm de, determinizm de. Einstein,
“Dinsiz ilim topal, ilimsiz din kördür” diyordu. W. James, “Kant'ı okuduktan
sonra sarsılmıştım. Fakat, Bergson'u görecek kadar bana ömür verdiği için
Tanrı'ya şükrediyorum.”diyordu. Bizim bunlardan hiç haberimiz olmadı. l8.ve I9. Asırlardaki fikri moda cereyanlarının natüralist
ve pozitivist te'sirlerine kendini kaptıran ve bir bileğinin damarlarını bu
uğurda kesip intihar ederken, öbür bileğiyle son nefesine kadar bir mektup
yazan zavallı Beşir Fuat... Nesillerin heba edilişini sembolize eden bahtsız
genç... Ahmed Cevdet Paşa’nın Tanzimat arifesinde koyduğu teşhisi
hatırlayalım: “Bir milleti imha hükmündedir.” “Yolsuzlukta yol aramaktır.”
Beşir Fuat'ın dramı, o hükmün neticelerindendir. Onların Hastalığına özeniyoruz. Batı, reform-Rönesans-hümanizme mecburdu. Çünkü; dini sınıf,
içtimai-fikri-siyasi hayatı nefessiz bırakmıştı. Meskenet-zulmet-zillet hep
kiliseden geliyordu. Kilise, bir ibadet değil, bir tahakküm teşkilatının
adıydı. Kilisenin zehirleyip çürüttüğü hayata, Aristo felsefesi bir panzehir
gibiydi. Başlı başına şifa değil, bir panzehir. İnsan panzehir içe içe de
geberir! Bir içimlik doz halinde kullanıp atacaksın. Bizimkiler bu panzehiri
tam sıhhat halinde keyif için ve nam olsun diye içtiler! Ve batıya ondan
sonra takdim eylediler. Şayet Eş'ari'ler, Maturidi'ler ve Gazali'ler olmasaydı;
Meşaiyye-Dehriyye-Batıniyye semptomları göstere göstere eski Yunan uğruna heder
olup gidecektik. Bizde ne muharreflik talihsizliği vardı, ne ruhban sınıfı ve
onun tahakkümü vardı, ne de herhangi bir denge bozukluğu... Akıl, iman
nurunun aydınlığında yürüyeceğine; döndü, nuru Aristo mantığı ile tahlile ve
ihataya kalkıştı! Ortaçağın İslam dünyası, Aristo felsefesi ile yalnız manevi
kayba uğramış ve onun mukabilinde hiçbir maddi kazanç elde edememiştir.
“Tıpta şöyleydik, matematik de böyleydik” Onları, imanımızı Aristoculuk'la
kurcalamanın sonucunda mı elde ettik?! İbn-i Rüşd, İbn- i Sina gibi beyinler,
bu gibi inhiraflara düşmeseydiler, aklı kendi asli istikametinde hür ve
mücehhez kılsaydılar, maddi alandaki başarılarımız yüz misli, bin misli
artardı. Aynı zaaf, 5-6 asır sonra maddi bir sarsıntının çözümünü, manevi
temellerde kusur arama suretiyle gerçekleştirmek biçiminde tezahür etti. Ve
çağımızda, maddi gelişmeyi, manevi temelleri kurcalayarak sağlamak şaşkınlığı
halinde nüksedip duruyor. ISLAHAT ANLAYIŞIMIZ “Çilesi çekilmeyen şeyin aşkı olmaz. Başımıza ne geldiyse,
aşkımızı kaybetmekten geldi.” Necip Fazıl “Ruhunu kaybedenin, cihanı kazanması hiç bir şey ifade
etmez” A. Carrel “Türk tarihinin üstünde dikkat ve hayretle durulacak
noktalarından biri de ; zorba ve şirret tabaka karşısında, hamiyetli,
muzdarip şuurlu kitlenin daima sessiz kalmasıdır.” S. Ayverdi “Tanzifattan beri yetişenlerin çoğunda, hemen her hareket
kendi kendini inkarla sonlanır.” A. H. Tanpınar Batı, yeni dünyanın keşfiyle kıymetli madenleri kendi
diyarına akıtmaya başlamıştı. Bu hal bizim için ekonomik dezavantaj
oluşturmuştu. Paramız değer kaybediyor, sosyal düzen bazı güçlüklere
uğruyordu. Diyelim ki; onlar bazı yönlerden çok daha iyi çalıştılar ve
çalışmalarının semeresini yeni keşiflere, madenlere kavuşmak suretiyle
aldılar. Her şey burada düğümlenir mi? Onlar o başarıyı sağladıktan iki asır
sonra bile, üstünlük hala bizdeydi. 19.Asrın başında batı, fikren maddeci
pozitivizmin yani madde-ruh dengesindeki vahim bir bozulmanın sancıları
içindeydi. Bir büyük ihtilal geçirmiş, sosyal dengesi altüst olmuş, yeni arayışlar
peşine düşmüş, acıları ve tezatları büyümüş bir durumdaydı. Ama biz hep kendimizi sallantıda görmüşüz, hep kendimizi
bunalımlı saymışız. Tarihe hala o gözle bakan aydınlarımız var. Bozulmayı
1450 ile 1550 arasında başlatıyorlaranlatmak istedikleri şey, toprak
düzeninin değişikliğe uğramasıdır. Toprak düzeyi aslen manevi ihmaller
yüzünden bozulmuştur. “Tımarlı sipahi” düzeninin bozulması, yine manevi
ölçülere bağlılık şuurunun bir yönden ihmale ûğraması ile alakalıdır. Din ve Tahakküm Osmanlı Devleti'nde siyasi otoriteyi nüfuzu altına
alabilecek cinsten bir dini sınıf otoritesi hiç bir zaman var olmamıştır.
Hangi padişah, hangi teşebbüs için fetva çıkartmakta güçlük çekmiştir? Müspet
ilim yolunda faaliyet gösteren ve fikir beyan eden hangi ilim adamının
karşısına şeyhülislam veya medrese dikilmiştir? O, medeni dediğimiz batı, I7.asırda Galile'yi engizisyon
marifetiyle zindanlarda boğdurdu. 1600 senesinde Bruno'yu din adına bir
meydanın orta yerinde cayır cayır yakan da batıdır. Filozof Lucillo Vanini
1619'da hem de parlamento kararıyla önce dili kesilip, sonra diri diri
yakılmıştır. Ama Osmanlı tarihinde din adına ve dini otorite baskısı
yüzünden bir ilim adamının yok edildiği görülmemiştir. Bir tek gerçek vak'a
vardır, Piri Reis'in idamı! Bu büyük ilim adamı seksen yaşında bir pir-i fani
iken, siyasi otorite kendi takdiri ile idam ettirmiştiraynı siyasi otorite üç
tane şeyhülislam idam ettirmiştir.(Molla Kabız ile Şeyh Bedreddin ise zulmen
değil, adaleten katledilmiştir.) Batının bir çok düşünürü, teslisi tevhide dönüştürmek için
kiliseyle kavgaya girmiştir. Bizimkiler ise aynı tavrı tevhid aleyhine
sürdürme temayülü göstermişlerdir. Batıda reform bir zaruretti. Din-ilim kavgası, bir kaderdi.
İnsaf ile söylensin, batının ortaçağı gibi bir çağ, dini otoritenin
engizisyonla, endülüjansla, mal varlığıyla bütün cemiyet hayatını kıskıvrak
bağladığı ve siyasi otoriteye keyfince yön verdiği bir çağ, bizde yaşanmış
mıdır? Peki niçin reform istendi? Niçin hep aynı tema işlendi? Din adına
nelere mani olunmuştur? Matbaanın kullanılması geciktirildi. Bu zannedildiği kadar
önemli değildir. Kültürler, okumanın yaygınlaştırılmasından çok okuyanların
derinleşmesiyle yeni medeniyet hamleleri yapmışlardır. Biz ilk tahsil
mecburiyetini batıdan önce getirmişizdir. Bu yönde ciddi bir geri kalma bahis
mevzuu olmamıştır. Kitleler, orijinal fikir eserleriyle temas halinde
bulundurulamaz. Batının ünlü kalemlerini, büyük filozoflarını, büyük
ediplerini kendi zamanlarında kaç kişi okumuştur?! Kitleler, hayatını
besleyen ve yönlendiren kültür değerlerini doğuda da batıda da din
müessesesinin çerçevesi içinde yaşamış ve yaşatmışlardır. Diğerleri ise ancak
müsellem bir kıymet haline geldikten sonra, çok yavaş, çok dar te'sirler
haline geldikten sonra, yine çok yavaş, çok dar te'sirler halinde kitlelere
mal olabilmişlerdir. Batının tersine olarak, İslam tarihinde din adına siyaset ve
fikir adamlarına değil, ancak siyaset hesabına din ve ilim adamlarına
tahakküm edildiği görülmüştür. İmam-ı Azam’ın, İmam Şafi’nin, İmam-ı
Malik’in, İmam-ı Ahmed’in mihnetlerini hatırlayın. Osmanlı tarihindeki ayaklanmaların hiçbiri dini nedenlerden
olmamıştır. II. Osman’ı, III. Selim ‘i öldürtenler hocalar değildir. Halk ve Devlet Gözlerden kaçan muazzam bir farklılık vardır: Batının tarihi, halk isyanlarıyla doludur. Osmanlı tarihinde
bir tek halk isyanı vuku bulmamıştır. Devlet, “ebed müddet”tiraynı zamanda
kerimdir, babadır, zevale uğramaması için her vesile ile dualar ve niyazlar
içinde anılan bir varlıktır. Ne Celali isyanlarıyla, ne de Patrona'sıyla, ne
Kabakçı'sıyla, ne eşkıya ayanlarla ve diğer mütegalibelerle halkın hiç bir
onaylayıcı münasebeti olmamıştır. III. Selim, bir ıslahat hamlesini
gerçekleştirecek yapıya sahip değildi. Devletin o sıralar III. Selim’lere
değil, I. Selim’lere ihtiyacı vardı. Bu yeniçeri Yavuz zamanında bile bazen
homurdanıyordu. Ama Yavuz, her homurtuyu kendine ram etmiş, şahsiyetiyle
ezmiştir. ııı. Selim’in gerçekleştiremediği ıslahat düşüncelerini ise,
II. Mahmud gerçekleştirdi ve Abdülmecid tarafından ilk tamamlanma hedefine
vasıl oldu. Islahat Tedbirleri a) Devlet memurları fes, pantolon, ceket giydiler. Kavuk,
şalvar, sarık yasaklandı. b) Padişahın resmi, bütün devlet dairelerine asıldı. c) Piyano, orkestra yerleşti. d) Dönizetti Paşa, Mızıka-i Hümayun'u kurdu. e) Askere, mavili-yeşilli Avrupa üniforması giydirildi. f) Fransızca öğrenimi bazı memurlara mecburi tutuldu. Bunların karı ne, zararı ne? “Efendim, görüntümüz güzelleşti” diyebilirler. Ama bir batılı bu meseleyi şöyle değerlendiriyor: “ Yerli
sanayinin çökmesinin bir başka amili de II Mahmud'un giyim-kuşam alanındaki
değişiklikleriydi. Bu ise, giyim-kuşam alanında Avrupa'nın Osmanlı Devleti'ni
haraca bağlaması demekti. Devlet aynı cins kumaşları aynı fiyatta imal etme
gücünden mahrum olduğu için, borç suretiyle Avrupa’dan giyim-kuşam
malzemeleri ithal etmek zorunda kaldı. Bu durum yerli sanayinin en önemli
dallarını bir çırpıda yok etti. EMPERYALİZM “Öldürücü yara bağrımızda kalır.” (Virgilius) “Batı medeniyetinin te'sirleri ile meydana gelen ve Osmanlı
Rönesansı diye adlandırılan hareket, ikinci bir İslam'dan uzaklaşmadır.
Dev/et adamlarımız, batıyı taklit ederek batıya yaranmaya çalıştılar” (S.
Halim Paşa) “Bir zaman geldi ki; kapitalizm kazandığı başarıların zafer
sarhoşluğu içerisinde kendi kaynaklarından kendini müstağni görmeye başladı
ve bütün bağlarını kopardı.” (Prof Sabri Ülgener) Tanzimat sonrası, batının kültürel ve ekonomik hücum
devridir. Biz de kapımızı sonuna kadar onlara açmışız·.. 30 adet İngiliz okulu, 131 İngiliz öğretmen. Neydi
görevleri?! Bizi batılılaştırmak!Fransız okulları da var. Diyarbakır'da,
Harput'ta, Mardin'de. Fransız okulları 110, Amerikan okulları 200 civarında.
Erzurum’da, Yozgat'ta, Sivas'ta, Tarsus'ta, Muş'ta, Bitlis’te, Antep'te.
Aklınıza gelen her yurt köşesinde binlerce siyasi-dini teşkilat, on binlerce
yabancı kültür adamı, Osmanlı topraklarını bir ağ gibi örmüş. Yahya Kemal'i dinleyelim: “İstanbul'dan çıkarken zata dine
karşı kafamda şedid bir aksü'l-amel vardı. Paris'te dinsizliğim iyice arttı!”
On üç yaşındayken annesinin ruhuna her akşam ‘Yasin’ okuyan Yahya Kemal, o
hale nasıl gelmiş? Batının misyoner teşkilatları sayesinde. Talat Paşa, güvendiği bir yakınına sorar: “Acaba mason mu
kalsam, Bektaşi mi olsam?!” Ölçüler ve Tavırlar İmam-ı Azam'ın siyasi görüşlerine Osmanlı’nın modern aydını
değil yetişebilmek, yaklaşamamıştır bile. Okumuşlar tabakası körü körüne
batıyı taklit edip, muazzam bir medeniyetin dibinde rahneler açacağına, o
görüşlere dayanarak arasaydı tekamül yolunu bulurdu. İmam-ı Azam diyor ki: “Hakikatte hilafet, mü'minlerin içtima
ve meşveretiyle olur.” Borçlanma I. Abdülhamid zamanında başlar. Bazı zenginlerin
atıl duran servetlerinden istifade için haber gönderdi, borç talep etti. Hiç
biri yanaşmadı. Ve mecburen dış borçlanmaya gidildi. Osmanlı Devleti'nin
bilhassa son zamanlarında israf ile yokluk birlikte yaşanmıştır. Halk müsrif
değildi, sadeydi, tertemiz bir dünyası vardı. Ama devletin zenginliklerini
ekonominin damarlarına akıtmaktan alıkoyan israf depoları belli ellerde itina
ve ihtirasla saklanıyordu. I. Abdülhamid belki müessir olur diye
şeyhülislamdan fetva ister ve tebliğ eder. Belli kişilere dinin hükümlerini
hatırlatıp onları Allah’a havale ederek elemler içinde, dışarıya avuç açmak
zorunda kalmıştır. SONRAKİ ISLAHATÇILARIN ŞAŞKINLIĞI “İslam ilkelerinin gelişmesi ve ilerlemesi batılılaşma ile
asla mümkün olmayacaktır.” Prof. Hugance “Bizim Avrupalılaşmamız şuurlu bir hareket değil şuursuz bir
harekettir. Ruhi ve içtimai bir komplekstir. Bundan bir hayır umanlar varsa
ancak devasını içki ve eroinde arayan anormal tipten insanlar olabilir.”
Mehmet Kaplan “Şahsın ihtiyarlığına alamet saç ve sakal aklığıdır.
Devletin ihtiyarladığına alamet de baştakilerin saltanata, ziynete
düşkünlüğüdür ki inhitata delildir.” Katip Çelebi Yabancı Hayranlığı Türk okullarında okuyan öğrencilerin bütün öğrenci toplamına
nisbeti % 59.3'tür. Yani Osmanlı ülkesindeki öğrencilerin %40'ından fazlası
yabancı okullara gitmektedir. Ve bunların dörtte birini Fransız, İngiliz,
Amerikan okullarına gidenler teşkil etmektedir. Eğitimdeki o ıslahattan birkaç örnek verelim: İçtihatçı Abdullah Cevdet'in reçetesi Avrupa'dan damızlık
erkek ithal etmektir. En iyisi Namık Kemal, sürgüne giderken ağlaya ağlaya
Marseyyez söylemektedir. Yani Fransız milli marşını! Bunlardan bir grup Avrupa'da, dini kapalı olduğuna
inandıkları Jean Joures'e giderler Biz Avrupa'ya uymak istiyoruz. Fakat
yurdumuzdaki geri kafalılar bize mani oluyoravrupa'nın çürümüş olduğunu,
bizim ona uymakla kazanacak bir şeyimizin bulunmadığını söyleyip bize
muhalefet ediyorlar. Jean Joures şu cevabı verir: “Ben de sizin geri kafalılar
gibi düşünüyorum. İslam Hukuku elbette her türlü cemiyetin ihtiyacını ihata
edemez. İslam Hukuku'nu uygulayacak olan cemiyetin her şeyden önce İslam'ın
ruhuna bağlı bulunması gerekir.” Prof. Erol Güngör, “İnançlarla yaşayışlar arasındaki boşluğu
içtihatlar yoluyla müçtehidler kapatsın” diyor. “Ben istediğim gibi yaşarım,
hukuk bana uysun, ve beni psikolojik rahatsızlığa maruz bırakmasın” mantığı
hiçbir hukuk sistemi için bahis mevzu olamaz. İnanıyorsan uygula.
İnanmıyorsan rahatsız olma. Uygulamak istiyor da uygulayamıyorsa, bu ayrı bir
durumdur. Ve bu durumdan ızdırap duymak, uygulanamayanı tadil etmeye kalkışma
vebalinden çok daha iyidir. Faizi dinen meşru kılıcı bir içtihad talebi bu mantıksızlığın
sonucudur. Bizim ıslahatçılar Batı'ya benzemeyi tek kurtuluş olarak
görürken onlar bizim hakkımızda bakın ne düşünüyor: İngiliz Dışişleri Bakanı Clarendo “Türkler'i ıslah etmenin
tek yolu onları ifna etmektir. Bunları Avrupa haritasından silmeliyiz. Fakat
yerlerine kimleri koyacağımızı tesbit etmek zorundayız.” demiştir. Faiz, Rüşvet, İsraf Çok eski asırlardan beri tefecilik, Türk köylüsünün en büyük
ızdırabı olmuştur. Köylü ağır vergileri ödemek için para aramakta, kendisine
kredi temin edecek kimse ise elde ettiği enflasyon karlarını emin bir gelir
kaynağı olarak tekrar toprağa yatırmak arzusunu taşıyan bir tefeci
olmaktadır. Diğer taraftan devlet dairelerinde rüşvet alınmaya başlanmıştır.
Fransa'nın İstanbul Büyükelçisi De Germigy, Sokullu Mehmet Paşa'ya verdiği
elli bin dükalık hediyeden bahseder. Bir başka hastalık ise israf idi.
Marsilya'ya zeytinyağı ihraç edip, oradan sabun ithaline başlamışız. Yemen
varken, dört milyon liralık kahve ithal etmişiz. Dış ticaret dengemizin ilk
bozuluşu o zamanlar başlar. 1527-1528 yıllarında saray mutfağı harcamaları
2.379.505 akçedir. Toplam saray harcamalarının toplam gelire oranı ise
%5'tir. Sultan Abdülmecid bir gün Maliye Nazırı'na sorar: “Dolmabahçe Sarayı
kaça malolmuştur? “3500 kuruşa Sultanım” Sultan şaşırmıştır: Maliye Nazırı,
3500 kuruşu şöyle izah eder: “Bu 3500 için gerekli 70 milyon franklık kaime
(kağıt para) `nin mürekkep-kağıt-baskı bedelidir Efendimiz.” TARİHİMİZDE MEZHEP TAASSUBU DA, DİN TAASSUBU DA ESAS İTİBARI
İLA ASLA YOKTUR “Hıristiyan milleti adına esef ederim ki; bunlar dini
müsamahayı Müslümanlardan öğrenmeye muhtaçtırlar. Kur'an zorla değil ikna
yoluyla intişar etmiş ve süratle yayılmıştır. Müslümanlar mağlup ettikleri
milletleri kendi dinlerini muhafazada daima serbest bırakmışlardır.
Hıristiyanlar fevc fevc Müslümanlığı kabul etmişlerse, bunun sebebini
Müslüman fatihlerin, gösterdikleri büyük anlayışta, adalette aramak lazımdır.
Hatta İslamiyet müsamahayı yalnız, fiilen tatbik etmekte kalmamış, onu ilahi
kanunun esası yapmıştır.” Michovrd 600 senelik Osmanlı Tarihinde Hanefi-Şafii gibi mezhepler
arasında, mezhep taassubu dolayısıyla vuku bulmuş bir hadise gösterilemez.
Daha önceki zamanlarda mezhebi ifsada uğramış müçtehidlere nisbet iddia eden
bazı grupların taşkınlıkları görülmüştürayrıca Batıni dalalet kollarının
tahrik ettiği bazı vukuatın, mevcudiyeti de mahiyeti de herkesçe
bilinmektedir. Osmanlı Tarihi'nde bırakınız İslam mezheplerini, gayri
Müslimlerin mezhepleri dahi tam bir hürriyet içindeydiler. İnhiraf olmadan taassub olmaz. Osmanlılar'ın büyük ekseriyeti Hanefi idi. Ama Şafiiler de
vardı ve en küçük baskıya maruz değillerdi. 1)Ehl-i Sünnet mezhebinin yayılışı sırasındaki bazı fiili
mücadeleler bizatihi mezheplerle ilgili olmayıp o mezheplere yönelen siyasi
teveccühlerle ilgilidir. Bunun bir tek istisnası vardır. İmam Ahmet bin
Hanbel'i anlamayan - anlayamayan kendilerine yine de Hanbeli adını veren bazı
kişiler taassub göstermişlerdir. Fakat dikkat ediniz, önce inhiraf vardır
sonra taassup. Diğer mezhep taassubu da Şiilerinkidir. Yine aynı, önce
inhiraf vardı, sonra taassup. Çünkü kaide budur. İyi bilinmelidir ki; itidal
prensibi hiçbir yerde İslam'da olduğu kadar önemli ve değerli değildir. İslam
adına herhangi bir taassup tezahürü gösterildiğine şahit olunmuşsa mutlaka önce
ifrat sonra inhiraf vardır. O taassup tezahürü İslam'dan değil bu uzaklaşma
tavrından doğmuştur. Mukayese Bir de yabancıların tarihine bakalım: “ 1525'te iki Alman'ın
cebinde Protestan mezhebine ait kitap bulundu. Derhal kelleleri
uçuruldu.”1689 kanunu ile İngiltere'de Katolik mezhebi yasaklandı. Katolikler
her türlü siyasi ve medeni haktan mahrum edildi. “1865`te Fransa'da
Protestanlık yasaklandı. Fransa'yı terketmeyen Protestanların zorla
Katolikleştirileceği açıklandı. Daha bunun gibi pek çok örnekler
gösterilebilir. Bizde ise tarihin akışı içinde hak mezhep taassubuna delil
olarak zikredilebilen yani o mezhebin aslı mahiyetinden doğan herhangi bir
olay mevcut değildir. Buna mukabil hikmet-i vücudu inhiraf ve taassup olan
bazı konuların sebebiyet verdiği huzursuzluklar pek çoktur. Hatta bunların
bazısı sırf bu maksatla teşkil ve ihdas edilmiştir. Tefekkür Izdırabı Gazali, İbn-i Sina’ya “matematikle, fizikle, kimyayla, tıpla
uğraşmak haramdır mı diyordu. Asla pozitif ilimlerle uğraşırken, imanınızı muhafaza
edin. Aklı, imana düşman hale getirmeyin. Dengeyi koruyun. Bu cafcaf, bu
şatafat, dengeyi koruyamaz da manevi temelleri zaafa uğratırsanız başınıza
çöker.” Öyle olmadı mı? Çökmedi mi? Gazali haklı çıkmadı mı ? Fıkhi Taklide İftira Prof. Hudari İslam Hukuku Tarihi adlı eserinde, Türklerin
hakimiyeti ile içtihad ruhunun kaybolduğunu ve bunun neticesi olarak da ilmin
gerilediğini anlatmaya çalışıyor. Akli ilimlerdeki bir gerilemenin, fıkıh ilmindeki içtihad
ile izah olunması, temelinden yanlıştır. İtikad sahasında ise, içtihad zaten
bahis mevzuu edilemez. Aslında mesele, din ve ilim arasında tezat bulunduğu
şeklindeki Batı menşeli kanaatte düğümleniyor. Buhranlarımız, dinimizin-mezhebimizin imkan vermemesi
yüzünden asla değil, fakat dinimizin-mezhebimizin önümüze açtığı her türlü
tekamül imkanlarını yeterince kullanamayışımız yüzünden meydana gelmiştir. Bayat-basit bir nakaratı papağan gibi ezberlemişler, hep onu
söylüyorlar: “Ehl-i Sünnet, mezheb disiplinini getirince hür düşünce ve akli
ilimler geriledi. Fıkhi Taklid, Umumi Gelişmeye Engel Değil Yardımcıdır Fıkıhta taklid başlamış da, içtima-maddi-fikri ilerleme
imkanları ortadan kalkmış. Taklidin başlayış zamanı olarak hicri dördüncü
asrı gösteriyorlar. Hicri dördüncü asırda her şey toptan kötüye gitmeye
başladıysa, bir Osmanlı Medeniyeti nasıl doğdu? 20 milyon kilometrekarelik
bir dünyaya hükmeden bir Osmanlı Realitesi vücut buldu? Tesadüfen mi? Manevi-hukuki-fikri temelleri olmayan bir
madde rüzgarı sayesinde mi? Osmanlı'nın Hukuki -İçtimai- İktisadi Üstünlüğü Hz. Muhammed'in(sav) tebliğ ettiği dinin fikri gelişmeleri
engellediğini belirtmek için çırpınanların iddialarını kabul etmek mümkün
değildir. Bunun zıddını savunmak çok daha doğru ve kolaydır. Yalnızlaşan Akıl Medeniyetlerin tezahürleri maddidir, ama temeldeki amilleri
maddi değil, fikridir, manevidir. Sade akıl, adamı tıpta-teknikte bir müddet
ileriye götürürama sade akılla, akılcılıkla bir medeniyet doğamaz ve bir
medeniyetin temelleri asırlarca ayakta tutulamaz. İslam aleminin gerileyip
sebepleri, satvet devrinde filizlenmiş ve o şa'şaa ile beraber büyümüş ve
nihayet asıl mahiyetinin hükmünü icra etme safhasında sahiplerini şaşkına
çevirmiştir. Felsefeden Naylon İçtihada İslam Tarihi'ndeki şu örnekleri lütfen iyi düşününüz: “Dinin sembolik bir manası vardır. Peygamberin vazifesi
mahlukata ait hakikatleri başka türlü kavrayamayan bilgisiz halka onları
anlatmaktır. Cennet, cehennem, ve Kur'andaki başka doğmalar birer sembolden
ibarettir. Mükemmel bir filozof, peygambere üstün sayılmalıdır.” Farabi Yokluktan hiçbir şey meydana gelmez. Ad kavminin
mahvolmasına dair verilen bilgi hayal mahsulüdür. Din, sembollere başvurarak
halkın hayal gücüne hitab eder. Gök cisimlerinin dönmesi Allah'ın iradesinden
değil kendi içlerindeki vasıflarındandır. Böyle bir medeniyet dengesi süreklilik ve istikrar ifade
edemezdi. Bu hatalar İslam medeniyetine hiç bir şey kazandırmamış; bilakis,
yarınları tehlikeye atmıştır. Şunu söyleyebiliriz: Batı'nın Newton, Leinbiz,
Pascal, en son Einstein gibi ilim adamları, bizim 0rtaçağ filozoflarımızın
bazılarından daha ziyade vahdaniyet akidesine yakındırlar.! Acı, ama gerçek.
Bizim ortaçağ medeniyetimizi manevi taasup değil, maddi taassup, yani ifrat
akılcılık ve materyalizme dönüşen felsefi zıpırlıklar çökertmiştir. Tabii,
israfın sefahatin, saf heyecan eriyişinin refakatiyle. İslam, batı felsefesine değil batı felsefesini İslam'a arz
edecektir. Yapamadık bunu. İçtihad, Tefekkür-Reform “Şüphesiz ki siz kendinizden önce gelen milletlerin yoluna,
karışı karışına, arşını arşınına, tıpatıp uyacaksınız. O derecede ki şayet o
ümmetler daracık kiler deliğine girseler siz de onlara uyarak illa oraya
girmeye çalışacaksınız. -Ya Rasulullah! Bu ümmetler Yahudiler Hıristiyanlar mı? - Onlardan başka kim olacak?”(Buhari) Tekamülün Sırrı Osmanlı Devleti “fiili cihad” bakımından büyük hamleler
yaptı. Ama “fikri cehd ve cihad “ bakımından aynı dinamizmi devamlı kılamadı.
İkincisi olmazsa ; birincisi önce anlamını kaybeder, sonra şeklini. Maddi
ilerleme, özdeki keyfiyetin kemmiyet halinde köpürmesidir; keyfiyetin
kemmiyete yansımasıdır. İman ışığında yürüyen aklın şumüllü tefekkürü
olmadan, içtimai planda, sıhhatli hiçbir netice “kalıcılık” kazanamaz. Ama o
varsa, maddi dalgalanmaların inişlerin-çıkışların çarelerini bulmak kolaydır. Tekamülün sırrı, iman-akıl-tefekkür beraberliğindedir. Osmanlı Devleti Tanzimat'la beraber İslam Hukuku'ndan Roma
Hukuku'na geçmeye başladı. Çünkü Osmanlı Devleti'nde İslam Hukuku'nu tatbik
edebilme kabiliyeti kalmamıştı. İslam Hukuku'nun tatbik edilebilme kabiliyeti
değil, yanlış anlaşılmasın; bizde onu tatbik edebilme kabiliyeti kalmamıştı. Tersini söylerler hep. “İslam Hukuku'nda tatbik kabiliyeti
kalmadı, içtihadla genişletelim.” derler. Tekrarın sıkıcı zaruretini göze
alıp bir daha ifade edelim: “Tatbik etme durumunda olanlarda tatbik
kabiliyeti ve liyakatı kalmamıştı. Mesele içtihad meselesi değil, içtimai
tefekkür yokluğu meselesidir. REFORM ALBÜMÛNDEN “Güneş her gün yenidir.” Heraklit “Hakikat değişmez. Değişene hakikat denmez.” Bousset “Bu reformcular, İslam'ı çürük olarak kabul etmişler. Dıştan
payandalamaya çalışıyorlar. Hani bazı ahşap evler vardır, üstüne beton
püskürtülür.” N. Fazıl TECDİD VE REFORM Beşi Bir Yerde Malik Bin Nebi'nin yazdığı ve Ergun Göze'nin tercüme ettiği
“İslam Davası” adlı eserde şöyle deniyor: “Bu modüs-vivendi arayışı, İbn-i Teymiye'nin tohumlarını
ektiği düşünceden de aşılanmış olarak, bugünkü tabii hareketleri
doğuracaktır. Birincisi Reform hareketidir ki, İslami şuura tamamen
bağlıdır. İkinci Modernist harekettir
ki, daha az derin fakat daha kuvvetlidir. Reform hareketi, müslümanın
vicdanında önce yeraltı kaynağı gibi alttan alta akmış ve. İbn-i Teymiye'den
sonra toprak altından bir kaynak gibi fışkırmaya başlamıştır. Bu
fışkırmalarladır ki 1820'de birinci ve 1925'te bugünkü Vahhabi Devleti ortaya
çıkmıştır. Bilhassa ilk Vahhabi hareketinden sonraki asırda Reformcu
cereyanının bütün İslam dünyasına aksetmiş olduğunu görüyoruz. Bunu da, Cemaleddin
Efgani'ye borçluyuz. Efgani'nin yalçın şahsiyeti engin bir
kültürle bezenmiş bulunuyordu.(!!!) “İşte bu kültürdür ki, İstanbul'un, Kahire'nin, Tahran’ın
yetişen gençliğini izinden sürüklemiş ve Reform hareketinin
başkumandanı yapmıştır,”(!!!) Reform meselesini, diğer
bütün reformlardan ayırt eden önder ise Şeyh Abduh olmuşturabduh,
üstadı Cemaleddin'den devraldığı meseleyi içtimai bir kalıba
sokmuştur... ! Unutmamak gerekir ki; İslam Dünyasında bilkuvve ve bilfiil
ne var ise, Modernist hareketin, Şeyh Abduh’un ve O'nun
ekolünün eseridir..! Sonra da Müslüman Kardeşler hareketiyledir ki herşeyden önce
bizzat Kur'ân-ı Kerim'in kendisi yenilendi..(!!!) Bu eseri tercüme eden Ergun Göze'nin müellif ve eser
hakkında neler söylediğini de kısaca nakledelim: “Müellif eserinde ortaya koymuştur ki, tek bir İslam meselesi
vardır. Hz. Muhammed(sav) büyük bir sosyolog yani cemiyet mimarıdır. Eser,
İslam Medeniyeti tarihinin başarılı bir etüdünü ihtiva eder. İslam
Medeniyetinin inhitatından sonraki cereyanlar, Reform hareketi ve Modernizm
dikkatli bir tarzda anlatılmıştır. Bugün İslam için çıkış yolu olarak İslami
Rönesanstan başka hiçbir çare olmadığı gösterilmiştir.” Muharref Hıristiyanlık ve İslam Onların kitabı muharreftir. Mevcut İncillerin ne zaman
yazıldıkları bile belli değildir. Hıristiyanların ellerinde dolaşan dört
İncil'i yazdıkları rivayet olunan şahıslardan hiçbiri Hz. İsa'ya
yetişmemiştir. Kimden rivayette bulundukları da belli değildir. Hatta, eldeki
4 İncilin, kendilerine izafe olunan şahıslar tarafından toplandığı da
meçhuldür. Dahası var: Bu İncillerin ilk defa ne zaman ve hangi dilde
yazıldığı dahi bilinemiyor. En eski İncil metni 4. asırdan kalmadır ve
Vatikan'daki nüshadır. Hz. İsa'nın hayatı hakkında ise, Kur'an- Kerim'de
verilen bilgiler haricinde, hiçbirşey mahfuzen intikal etmemiştir. Bütün bu şartlar
muvacehesinde, ruhban sınıfı kilisenin içtimai-iktisadi-siyasi imkanlarıyla
bütünleşen bir müessese halinde ortaya çıktıktan sonra; insanlara zulmetmiş,
ahiret ticaretine kalkışmış, din, din olmaktan çıkmış adeta hayat durmuştur.
Batı'da reform, bu karanlıktan kurtulmanın çarelerini arama ihtiyacı şeklinde
doğmuştur. Gayeleri, nispi bir iyileşmeyi gerçekleştirmekti. Onlarda “asla
irca'ın imkanı mevcud değildi. Asla rücu ancak müslüman olmalarıyla
mümkündü.(Bizde ise asla ircaın manası-ihtiyacı-mantığı yoktur.) Reformdan
Rönesanstan önceki İncil ne ise bugünkü de O'dur. Onlardaki reform'un fiili
manası, ruhban sınıfının tahakkümünü kırmak; teslis akidesine felsefe
metodlarıyla karşı koymaktır. Bizde ne ruhbaniyet vardır ne de ruhban
sınıfının engizisyonlu-endülüjanslı taassubu vardır. Ne de asli kaynakların
en küçük bir tahrife uğraması bahis mevzuu olabilir, ne de teslis
saçmalıklarından söz edilebilir. İslam'daki tecdidin reformla en küçük bir alakası olamaz.
Ama bizdeki reformcular, “reform” mefhumunu “tecdid” ile tedahül ettirerek
ortaya bir garip taklid hicranı getirmek istiyorlar. Abdullah Cevdet Abdullah Cevdet'i tanırsınız. Tanırsınız da belki
bilmediğiniz tarafları da vardır. Mesela yaman bir içtihatçı idi!Zaten çıkardığı dergi de
“İçtihad” adını taşımaktaydı. Abdullah Cevdet nasıl bir içtihad istediğini
1913 yılında yazdığı bir yazı ile şöyle açıklamıştır: a) Mezhepler yeni bir mezhep içinde birleştirilecektir. b) Kadınlar dilediği gibi giyinecektir. c) Süleymaniye Medresesi, College De France; Fatih
Medresesi, Ecole Polytechnique durumuna getirilecektir.” Sanki din ile mezheple bir alakası varmış gibi. Yine İçtihad Dergisi'nin 11 Aralık 1913 günkü sayısında
“Bizde muhafaza edilmeye layık gelenek yoktur.” diye yazar. “Türk Kadınlarını İtalyanlarla, Almanlarla evlendirip de
kanımızı değiştirmeden kalkınamayız” diyen hem ateist, hem dinsiz, hem dahi
telfik-i mezahipçi Abdullah Cevdet, irfan yolcusu imiş” Cemil Meriç Celal Nuri ve Baha Tevfik “Fıkıh ve Akaid, tadile muhtaçtır. Yahudiler, dinlerinde yaptıkları
bu değişiklik sayesinde bugün ayaktalar. İslamiyetin de ilim ve fennin
tekamülüne paralel bir tekamül geçirmesi lazımdır. Bu zamanda tatbiki kabil
olmayan eski dini hükümleri kaldırmak vaciptir. Yeni Akaid ve Yeni Fıkıhın
yanı sıra Kur'an'ın bu asra uygun yeni bir tefsiri yapılmalıdır. İslamiyet
tecrübe üzerine kurulmuştur. İslam takarrür etmemiş son sözünü söylememiştir.
Dinlerin müşahhasa taalluk eden kısımları ıtrah kaidesi gereğince yok olmaya
mahkumdur. Din eski muhafazakarlığını bırakmalıdır. Herşey gibi din de
değişecek tecrübe ve fen dinin sahasını daraltacak, din yalnız vicdana
münhasır hale gelecektir.” Şöyle diyor Baha Tevfik: “ Ahlakın esasını semada ve semavi
kitaplarda aramaktan vazgeçelim. VATAN ve MİLLET boş sözlerdiraİLE hayatı manasızdır.
İnsan ancak anarşizmde mutlu olabilir.” MANEVİ DEĞERLER VE HAKİKATİN ÜSTÜNLÜĞÛ “İlim ve din, aynı nur kaynağından gelen iki ışıktır.” Bacon “Hayatın gayesi ilim değil, kutsiyettirama kutsiyet ilimsiz
olmaz; ilmin yardımı olmadan da hayat, sevk ve idare edemez.” A. Carrel “Dünyanın en büyük iki medeniyetinden biri İslam'ın diğeri
Hıristiyanlığın eseridir.” Peyami Safa “İlerlemek isteyenler Allah'a inanmalıdır. Faziletin dinsiz
hizmetkarı olamaz. Mütefekkirlerin görevi, medeniyetin kalbini dinlemektir.”
Victor Hugo Tehlikeli Zan Bazıları, manevi değerlerden ne kadar uzaklaşırsa maddi
sahada o kadar başarılı olunur, sanılıyor. İddiaları şudur: “İşte Batı'da bir
sürü rezillikler var ama, ilimde-teknik-medeniyette ileri gitmişler,
yaşıyorlar. Manen rezillenmeden, maddeten ileri gidilemez.” Bugün Batı
Medeniyeti olarak tavsif edilen maddi değerler manzumesi, o rezilliklerin ve
tefessüh olgularının eseri değildir. Tersine onların tehdidi ve baskısı
altındadır; onlar yüzünden dengesini büyük ölçüde kaybetmiş durumdadır.
İnançsızlığın medeniyeti olmaz, inançsızlıktan hiçbir hayır-güzellik,
doğruluk eseri vücuda gelmemiştir, gelemez. Tarih boyunca bütün medeniyetler
bir manevi değerler sisteminden doğmuş ve yine bütün medeniyetler
riya-ihtiras-bencillik-rüşvet-zulüm-gösteriş-israf-inançsızlık-bağsızlık gibi
menfi amiller yüzünden buhranlara - çöküşlere uğramıştır. Bir l9.asır Fransız yazarı olan Chateuriand çağının
materyalist-pozitivist modasına rağmen, kendi kültür mirasının ta Pascal'dan
beri şu veya bu şekilde devam ede gelen gelişme çizgisine bakınız nasıl
cesaretle sahip çıkmaktaydı.: “Ben de tıpkı Pascal gibi insanlık meselesini
ancak Hıristiyanlık dininin çözebileceğine inanıyorum!” Chateuriand, bütün
eserlerinde bu inancını bu düşüncesini işlemiştir. Beş ciltlik eser yazdı.
Adı, Hıristiyanlığın Ruhuydu. l9.asrın Fransız yazarı, şairi (hem de
devrimcisi) Victor Hugo şunları yazabiliyordu: “Bazı düşünceler dua gibidir.
Öyle anlar vardır ki; vücudun tutumu ne olursa olsun ruh secdeye
kapanmıştır.” “İnanan, korkmaz” “Bunlar parlak karanlıklardıracınacak
olduklarının farkında değillerdir...Bu düşünürlerin ilgisizliği bazılarına
göre üstün bir felsefedir. “ Telafi Tedbirleri Batı bir din-ilim kavgası yaşadı. Ama kavganın sonunda hem
de pozitivizmin en şaşaalı döneminde, kendi laik yapısı içinde, dine ve
kiliseye ayırdığı yer buydu işte! Özetleyelim: a)Hıristiyan ahlakı yine
cemiyete hakimdi. b) Kilise, dini eğitim ve öğretim sahasında da, ibadet
sahasında da tam bir teşkilatlanma hakkına yine sahipti. c) Siyasi
faaliyetler sahasında, Hıristiyanlıktan ilham alan siyasi teşkilatlanma
imkanları tam manasıyla mevcuttu. Lakin, meseleyi, cemiyetler planında müşahede ettiğimizde;
hiçbir felsefi ekolün hiçbir dönemde hiçbir cemiyetin fertlerini “din” kadar
etkileyemediğini, hele bir ikame hadisesinin asla sözkonusu olmadığını
görürüz. Esasen, seviyeli düşünürlerin büyük ekseriyeti, Allah ve
Hıristiyanlığın ruhuna bağlı kalmış, sadece bunların bir kısmı,
teslis-istismar-taassup unsurlarını bertaraf edebilmek amacıyla bazı
teşebbüslerde bulunmuş, din-ilim kavgasına bu niyetle katılmış, bu arada
dengenin şartlarını iyi gözetemeyen bazıları da başlangıçtaki gayeleriyle
bağdaşmayan temayüllere saplanıp kalma talihsizliğine uğramıştır. Materyalizmin Yediği Darbe Din-İlim-Felsefe münasebetlerini kökünden sarsan asıl mühim
gelişme, izafiyet inkılabı ile gerçekleşmiştir. Din haline getirilmek istenen anlı-şanlı “determinizm” ta
kalbinden yara alıyor; yahut temelinden sallanmaya başlıyordu! Şöyle: 19. asrın sonunda ilmin formülleştirdiği kanunlara dayanarak
şekillenen maddeci-determinist felsefe, atomun parçalanması ile yıkılıyordu!
Mutlak determinizm yoktu artık. İzafiyet determinist kavramların yerini almış
oluyordu. Sadece Darwin değişimciliği değil determinist evrim sosyolojisinin
temelleri de çürüyordu. Eski ilim anlayışı yok olmuş, tamamıyla yepyeni
yollarla sonsuz imkanlara açılan bir tevazu ve hayret halli zorunlu hale
gelmişti. Felsefe, tam bir bocalama içine düşmüştü. Determinizm yok oluyor ve
bir posa halinde Marksizmin malı haline geliyor, ama ona dayalı felsefenin
yerine neyin konulacağı bilinemiyordu. İster istemez, felsefe,
mantık-psikoloji-sosyoloji gibi sınırlı-mütevazi disiplinlere ayrılıyor ve
eski “büyük iddialar ileri sürme alışkanlığı” ndan vazgeçmek zorunda kalıyordu.
İlim de felsefe de hadlerini bilmek durumundaydılar artık.! Allah inancı Allah'ın sürekli olarak tedbir ve tasarrufunu
kabul etmek demektir. İşte yeni dönem de, bu hakikati gören Astronom J.
Jeans'in yorumu: “Evren büyük bir makinadan ziyade, büyük bir düşünceye
benzemeye başladı. Ruh, bize artık, maddeler alemine rastgele girmiş bir
sığıntı olarak görünmüyor. Ruh, bize, bu alemlerin bir Yaratıcısı, bir Hakimi
bulunduğunu ve O'na bağlanmamız gerektiğini telkin eden bir cevher gibi
görünmeye başladı. Atom'daki güç düşüncelerimizle ruhumuzla iman etmemiz
gereken bir “en büyük güç” ün bir “Yaratıcı” nın varlığına delildir.
Keşfettik ki evren, bizim ruhlarımızla yakınlaşabileceğimiz bir kudretin
isbatı ve izharı mahiyetindedir. Pek yakın bir gelecekte, din ve ilim
etrafında sürdürüle gelen kavgaların tarihe karışmasını beklemeliyiz. Fakat
asla bitmeyecek olan iman-imansızlık mücadelesi, ilmin teyidine rağmen, kendi
hususi hali içinde tabii ki devam edecektir.” İzafiyet inkılabının en büyük mümessili Einstein ise şöyle
diyordu: “Dinsiz ilim kör, ilimsiz din de topaldır. Kainatta, tesadüf ve
gayesizlik diye birşey yoktur. Çünkü Yaradan kainatta abes iş yapmaz.” Mukayese ve Netice Batının ilmi ve fikri tarihine bakıldığında bir medeniyetin
doğuşuna gerçek manada fikren ve ilmen katkıda bulunanların oluşturduğu
gelişme hattı boyunca, Allahsızlığın, sevgisizliğin, zalimliğin
mümessillerine rastlayamazsınız. Onlar, öbür hattın üzerindedir ve onların
hiçbiri müsbet bir neticenin doğmasına yardımcı olabilecek tesirler
bırakmamışlar ancak nihilizm, maddeci pozitivizm, ateizm ve komünizm
belalarının vücut bulmasına yol açmışlardır. Onlar bir medeniyetin doğuşunda
pay sahibi olamazlar; sadece, içinde yaşadıkları ve onlara rağmen tekevvün
eden bir medeniyetin vasıtalarından faydalanarak o medeniyetin temellerine
saldırırlar. Marks, onlann son safhadaki lideridir. Biz ne “Biz” olarak kalabildik ne de onlar gibi olabildik.
“Biz” olarak kalamadığımız için kendi kaynaklarımızdan yeterince
feyizlenemedik. Onlar gibi olamadığımız, olamayacağımız için onların
kaynaklarından da faydalanamadık. Halbuki “Biz” olarak kalabilmenin manevi-fikri icaplarını
yerine getirebilseydik; hem kendi kaynaklarımızdan yeterince feyizlenecek hem
de onlardaki müspet olguları (yitik malımızı bulmuş gibi) kazanacaktık. İSEVİLİK, HIRİSTİYANLIK VE RUHBAN-LAİK FARKLILAŞMASI Dini Otorite, Siyasi Otorite, Sosyo-Ekonomik Yapı Papa ile imparator arasynda çeki?meler bitmiyordu. Kilise
ile siyasi iktidar menfaat birli?i ?artlarynda birbirlerini tamamlyyorlar,
ama o menfaatler çeli?ince mücadeleler Kilise, imparatora itaat duygusunu
sa?lamak bakymyndan iyiydi; imparatorluk, kilisenin inançlaryny ve nüfuzunu
siyasi kuvvet aracyly?y ile di?er toplumlara kabul ettirmek bakymyndan
iyiydi. Ama kilise, siyasi otoriteye hakly veya haksyz müdahale edince, öbür
vechesiyle siyasi otorite kiliseye müdahale edince, aradaki uzla?ma
bozuluyordu. Yki kuvvetin de birbirlerine müdahalelerinde bazen hakly bazen
haksyz davrany?lar olabiliyordu. Her iki kuvvet te hakly olduklary noktalary
öne sürerek halk nazarynda kendilerini savunuyorlardy. Evet, ruhban synyfynyn zaaflaryny ve ihtiraslaryny
dizginlemek reformun hakly gerekçesiydi. Ama imparatorun asyl derdi bu
de?ildi, yani dinin özünü saptyrmalardan korumak de?ildi. Siyasi kuvvet
syrasy gelince kiliseden dinin özüyle ilgili taviz vermesini de istemi?tir.
Faiz, maddecilik ve zulüm mes'eleleri böyledir. Burada belirtmek istedi?imiz
asyl tesbit ?udur: siyasi ototritenin derdi genellikle kendi otoritesinin
zaafa. bölünmeye u?ramamasydyr. Onun reformist tavryny tayin edip yönlendiren
bir numaraly endi?e budur. Krallyklaryn kilseye kar?y tamamen müstakil bir
hüviyet kazanmak istemesiyle kilise önce zaafa u?rady, sonra yeni yerini
buldu. Bu krallaryn refomu idi. Daha sonra feodalite, burjuva ihtilalleriyle
yykyldy. Kilise geriye itildi. Kapitalizmin önü iyice açyldy. Bu da krally
burjuva parlementolarynyn reformu idi. Tabii çalkantylar durulunca kilise
yeni bir yer buldu. Ve ondan da sonrasy için ?unu söylemek kafidir:
“Demokrasinin ?ekillenmesi ile laikli?in ?ekillenmesi birbirine paralel
olarak ayny denge esaslaryna göre tekemmül etti.” Rönesans ve Luther 12.Asyrda baty, büyük bir de?i?im içine giriyordu. O zamana
kadar Efiatun'a synyrly bir yorum getiren hristiyan skolasti?inin donuklu?u
içindeydi. De?i?im te'sirleri Yslam dünyasyndan geliyordu. Papa II.
Sylvestre, Toledo'daki Yslam üniversitelerinde okumu?tu. Yspanya ve Yran'daki
üniversiteler hyristiyan alemine y?yk saçyyordu. Yspanya'daki Yslam
medeniyetini gören hristiyanlar, oradan aldyklary ilhamla, Philipe Auguste
vasytasyyla ilk hristiyan üniversitelerini kurdular. 15. Asra gelindi?inde rönesansyn ?artlary tamamlanmy?ty.
Rönesans, hümanizm denilen hadisedir. Laikli?in fikri manasy ilk defa buradan
beslenmeye ba?lyyordu. Hristiyanlyk felsefi yorumlara tabi tutuluyordu. Buna
kilisenin zulümleri de eklenince Erasmus, Luther, T. More hatty belirmeye
ba?lamy?ty. Kilise manen çökmü?tü. Roma kilisesi imtiyaz belgeleri ve günah
çykartma ticareti yapyyordu. Reformcu dü?ünce kuvvet ve cesaret kazanyyordu.
Günah çykartma ve ?araply ayin yasaklanmalyydy. Luther, 3l Ekim 15l7'de günah
çykarma belgesinin saty?yny mahkum eden protesto bildirisini Vittenburg
kilisesinin kapysyna asty. Luther Reformu ve Neticeleri Rönesans sonrasynda oldu bitti zannedilen reform, kilise
te?kilatynyn milli özelliklere göre de?i?iklik göstermesi ile sonuçlanan
safhadan ibarettir. Bunun fikri yönü de elbette vardyr ve ayryca devam
etmi?tir; ama kastolunan fiili de?i?imin özeti ilk safhasyyla bundan
ibarettir. Roma kilisesi, bütün hristiyan alemini ku?atan bir te?kilat
durumundaydy. Hristiyan devletler ve topluluklar bundan rahatsyz oluyordu.
Bizans kilisesi nasyl Ortodoks kilisesi halini almy?sa: Yngiliz kilisesi,
Angilikan kilisesi; Fransyz kilisesi, Kalvinizm kilisesi halini aldy. Roma
kilisesi evrenselli?ini yitirip Katolik kilisesi adyyla bir mezhep durumuna
dü?tü. Rönesansla birlikte anylan ilk safhanyn özeti budur. Fikri hareket noktasy, dinin kiliseden de?il, Yncil'den
ö?renilmesi, Yncil'i kilisenin de?il, hür dü?ünce sahiplerinin tefsir etmesi,
ilmi-fikri hayata tahakküm edilmemesi, çykarcylyktan aryndyrylmasy idi.
Bunlaryn hiç biri ilk safhada sonuçlanmy? de?ildi. Zannedilir ki; rönesansyn açty?y vadide Luther'le reformlar
ba?lady ve kysa zamanda neticeleniverdi. Reformlar ne onunla ba?lady, ne de
onunla bitti! Mesele tek yönlü ve basit bir olgu de?ildir. Bir çok yönü,
saflyalary ve sebepleri vardyr. Reform dalgalary, ini? çyky?lar göstererek
Fyansyz Yhtilali'ne kadar devam etmi?tir. SİYASİ VE HUKUKİ BİR PRENSİP OLARAK LAİKLİĞİ HAZIRLAYAN
DÜŞÜNCELER Laikli?in fikir babalarynda J. J. Rousseau, lyristiyanly?y
tahlil ederken ?unlary söyler: “Hristiyanlyk insanlara manevi bir dünya kurar ama onlara
ictimai ve siyasi ölçüler göstermez, bu çe?it bilgiler hakkynda bir ?ey
söylemez. Bu içtimai ruha aykyrydyr. Hristiyanly?yn kurdu?u dünyada ya?amak
isteyen insanlar, bir insan cemiyeti olmaktan çykar.” Çünkü lyristiyanlyk tamamen ruhani bir dindir. Ruhani bir
insan cemiyeti ise mümkün de?ildir. Di?er taraftan, dinin mü?ahhas mümessilleri, te?kilatly bir
kuvvet haline gelmi?; o mümkün olmayan ruhani hayaty zorla hakim hayatyn
bütününe kylmak gayesinin pe?ine dü?mü?. Halbuki böyle bir yetki kendilerine
Yncil tarafindan da verilmemi?tirama Yncil adyna kuvvet sahibi olanlar, içtimai
hayatyn bütününe hakim olmak ve yön vermek istiyorlaranla?mazly?yn kavganyn
sebebi budur.” Rousseau'nun zikretti?imiz gibi Yslam'a atyfta bulunmasy
?unun içindi... Diyordu ki: “Yslam, hayatyna siyasi-içtimai-iktisadi
yönlerini de gösterir ve Yslam'rn en yüksek temsilcisi siyasi otoritenin de
ba?ydrr. Burada bir bölünme yok. Yçtimai ruha aykyry bir taraf yok. Ama bizde
öyle de?il.” “Yncil, tamamen ruhani bir hayat tavsiye ediyor. Hayatyn
bütününü tam dikkate almyyor. Ynsanlara, dünyevi meseleleri çözmede yol
göstermiyor...Ahlaki ölçüler getiriyor; fakat bu kadary, içtimai hayat için
kafi gelrniyor. Madem ki, hyistiyanly?yn kiliseye böylesine yetkiler veren
bir yönü yoktur, kilisenin siyasi otoriteye müdahale etmemesi gerekir. Kilise
adamylary i?i saptyryyorlar. Onlaryn yaptyklary, olmayan hükümleri uygulamaya
kalkmak ve olmayan yetkileri kuyllanmaktyr. Din, kilise adamlarynyn
zorbaly?yna alet edilemez.” Rousseau'nun asyl gayesi, kilisenin
manevi-fikri-siyasi-maddi tahakkümünü kaldyrmak ve hristiyanly?y kendi
ölçülerine-sezgilerine göre saf ve yaygyn bir verimlili?e kavu?turmaktyr. Din
hakkyndaki görü?lerinin temeli budur. Bunu ta Victor Hugo'ya kadar bir çok
batyly dü?ünür benimsemi?tir. Laikli?i hazyrlayan temayüllerin fikri kökü de
bundan ibarettir. Mesela Hugo, parlementoda e?itimle alakaly bir kanun
görü?ülürken ?öyle hitap etmi?tir: “Ben devletin laik olmasyny istiyorum,
devlet ile kilisenin ayrylmasyny istiyorum! Çünkü ruhban synyfyna itimadym
yoktur. Böyle diyorum diye sakyn benden ku?kulanmayyn ve din e?itimine kar?y
oldu?umu sanmayyn. Din e?itimi bu gün her zamankinden daha çok zaruridir.
Ynsan büyüdükçe daha çok inanmak zorundadyr. Zamanymyzda bir felaket var: her
?eyi dünya hayatyndan ibaret sanmakla, insany amaç olarak yalnyzca dünya
hayatyny göstermekle, bütün sefaletlerin etkisi daha da artyyor. Vazifemiz
sefaleti kaldynnak ve ayny zamanda bütün ba?lary semaya yönelterek, bütün
ruhlary ve dikkatleri mutlak adaletin tecelli edece?i ahiret hayatyna
çevirmektir. Her ?ey, Kadir-i Mutlak’yn elindedir.” LAİKLİĞİN VE LAİKLİKLE İLGİLİ KAVRAMLARIN İLMİ TARİFLERİ Laikliğin Tarifi Devlet üzerinde dinin “emredici-mecbur kylycy” bir etkisinin
hukuken mevcut bulunmamasy; devletin dine kary?mamasy; devlet te?kilaty ile
dini te?kilatyn birbirine müdahale ve tahakküm etmemesi; kapsamy ayryca kesin
tarife ba?lanan din hürriyetinin teminat altynda olmasy; laikli?in tarifidir. Din Hürriyetinin Tarifi Din hürriyeti, bir dine inanmamak veya inanmak ve inandy?y
vecibelerini yerine getirmek hürriyetidir. Dini vecibelerini yerine getirme
hürriyeti; ibadet etmek ve dini e?itim, ö?retim, telkin, te?kilatlanma, ne?ir
haklaryny içine alyr. Di?er dü?ünceler için sa?lanan hürriyet hakkynyn
dini-manevi fikirlere de aynen tanynmasy, din hürriyetini teminat altyna
almanyn vazgeçilmez ?artlaryndandyr. Laikliği İhlal Dinden kaynaklanan veya mülhem bulunan bir fikre bir esasa
bir görü?e bir teklife, dinin emredicili?i bulundu?u gerekçesiyle ve zoruyla
devlet düzeninde yer verilmesi; devlet te?kilatynyn birbirine müdahale veya
tahakküm etmesi; din ve vicdan hürriyetinin engellenmesi; laiklik ilkesinin
bozulmasy “bozulmasy, haleldar olmasy, ihlal edilmesi” demektir. Laikli?in ihlali; laiklik ilkesinin uygulany?ynda icra
edilmesinde, bir bozulmanyn meydana getirilmesidir. Bu itibarla, laikli?in
ihlali; ferdi olarak vatanda?laryn de?il, daha ziyade siyasi iktidarlaryn
yapabilece?i bir fiildir. Din Hürriyetinin Sınırlandırılması Din hürriyetinin laikli?i ihlal sonucunu do?uracak ?ekilde
kullanylmasyny önlemek için hazyrlanan kanunlar ve bu kanunlaryn uygulany?y
dini hürriyetlerin kullanylmasynda ürkeklik do?urucu ve dini hürriyetlerin
kapsamyny bir belirsizlikler alny haline getirici nitelik ta?yyamaz, Fikri Hürriyet ve Laiklik Fikri alanda laiklik prensibi; dinin lehinde aleyhinde
içinde, dy?ynda bulunan her dü?ünnceye ifade ve temsil hakky vermesi
demektir. Laiklik bir dü?üncenin bir görü?ün syrf “dini olmak vasfyndan
dolayy “ kabul edilmesi gere?ine kar?ydyr; fakat ayny dü?üncenin görü?ün
izah-ikna-tarty?ma yoluyla hür tercih ve kabul ortamynda tanytylmasyna ve
herhangi bir dü?ünce gibi ?u veya bu ölçüde istifade imkanlaryn teminat
vermi?tir. Dini vasyf ta?yyan bir fikrin dinilik vasfynda “siyasi emredicilik “unsurunun bulundu?u gerekçesiyle ve iddiasyyla kabul edilmesini savunmak; laikli?e aykyrydyr. O fikrin, ayny gerekçeyle uygulamaya konmasy ise laikli?i ihlaldir. |