|
ÇAĞIN
HASTALIKLARINA VE MODERN TIBBA BİR BAKIŞ Yazar: Brian INGLIS Yayınevi: İnkılap Yayınevi ÖNSÖZ Şu anda binin üzerinde İngilizce tıp dergisi var ve 1980 ‘de
yalnız İngiltere’de 3000 civarında tıp kitabı yayınlandı. Bu sebeple kendimi
en çok, başka yerlerde yayınlanmış yazıları irdeleyen ve kolayca gözden
kaçabilecek kaynaklara işaret eden dergilere borçlu hissediyorum. Tıbbi
jargonu kullanmamaya çalıştım; klinik deyimlerden çok konuşma dilinin deyimlerini
kullandım. Fakat yazılış açısından, geçerli tıbbi temayüle göre davrandım ki,
mesela diftongların atılmasında temayül genellikle daha hassas olma
yönündedir. Yakın zamanlara kadar, tıb biliminin yavaş fakat sistematik
olarak medeniyetin hastalıklarını ortadan kaldırdığına geniş biçimde
inanılıyordu. Bu inanca göre insanoğlu yüzyıllar boyunca cehalet ve hurafeler
sebebiyle hatta onların desteğiyle ortaya çıkan afetlerin, mesela büyük
salgınların kurbanı olmuştu. Fakat tıb ve bilim, bu belaları def etmiş ve 19.
yy.’ın ortalarına gelindiğinde, bakteriyologların çabalarıyla en nihayet hala
en büyük tehdit olan enfeksiyon hastalıklarına yol açan unsurlar tesbit
edilmiş, böylece bu hastalıkların bağışıklama yoluyla engellenmesi ve Paul
Ehrlich’in deyimiyle ‘’büyülü mermiler’’ olan ilaçlarla tedavisine giden yol
açılmıştı. Aynı zamanda gelişen teknoloji daha doğru teşhisler koyuyor,
anestezideki gelişmeler cerrahların daha komplike ameliyat yapmalarını
sağlıyordu. Batıda tahmini yaşama süresinin sürekli yükselmesi katedilen
mesafeyi gösteriyor, 1930’larda sulfa grubu ilaçların, ardından penisilin ve
diğer antibiyotiklerin keşfiyle tıp bilimi en yankı yapan zaferini
kutluyordu. Fakat giderek uyarı sesleri yükselmeye başladı. Bunlardan
biri tıp camiasının kendi içinden birinin, Rene Dubos’un 1959’da basılan
Sağlık Serabı adlı eseriydi. Dubos tıbba saldırmakla suçlanamazdı, fakat
kendini, tıbbın yaptıklarının öyle övüldüğü gibi harikulade şeyler olmadığını
belirtmek zorunda hissediyordu. Dubos soruyordu: ’’Toplumumuzda günlük
hayatın sıradan dertleri için gittikçe artan sayıda insan, ilaçlara ve
doktorlara bağımlı hale gelirken sağlığımızın dünya tarihindeki en iyi
durumunda olduğunu iddia etmek bir kandırmaca değil mi? Tıbbın Öcü 1970’lere kadar eleştirilere pek itibar edilmedi; hastalıklı
şartlar camianın kendi işiydi ve doktorların bir rahatsızlık duymamalarının
asıl sebebi de doğrusu buydu. Bu eleştiri sahiplerinin en hırçını olan eski
rahip Ivan Illich, kitabında şunu vazediyordu: ‘’tıp örgütü sağlık için büyük
bir tehdit oluşturuyor’’. O’na göre tıp camiası hemen bütün kaynaklarını,
etkili olduğu takdirde gelir ve statülerini azaltacak koruyucu tıptan ziyade
kendilerine para ödenme sebebi olan tedaviye yoğunlaştırıyorlardı. Bu halk
açısından yalnızca bir hata değildi; müdahalelerin pek çoğu gereksiz
olduğundan gerçekte insanları daha sağlıksız yapıyordu. Cerrah, hastalarının
ihtiyaçlarından çok bankadaki hesabının hacmiyle ilgiliydi; doktor,
kullandığı ilaçların yan etkilerinin yol açtığı iatrojenik hastalıklar yüzünden
gerçekte hastalarını daha hasta ediyordu. Tıp camiası bu saldırıları hak etti mi? Ettiyse neden?
Medeniyetimizin hastalıklarına karşı tıbbın takındığı tavrı araştırarak bu
soruya cevap vermeye çalıştım .Bu hastalıkların içinde en öldürücüleri olan
kalp rahatsızları ve kanser, en tedirgin edenler - ruh hastalıkları ve
iatronejik olanlar- ve en şaşırtıcı olanlar - nöropatiler ve alerjiler - var.
Doktorları suçlayan bir sonuç çıkarsa, ‘’anti doktor’’ ithamına karşı
şimdiden kendimi şimdiden savunayım. Montaigne otobiyografisinde şöyle diyor:
‘’Doktorlara yaptıkları sebebiyle değil, şahsiyetleri yüzünden hürmet
ediyorum. İçlerinde sevgiye layık pek çok iyi insan tanıyorum. Onlara değil,
fakat sanatlarına hücum ediyorum.!’’ Bu sözler benim içinde geçerli. I. BÖLÜM KALP HASTALIĞI Kalp hastalığı, yaşlılığın bir tezahürü olarak görülürdü.
Kalp krizleri konusunda iki risk unsuru belirlendi: arterlerin yağlı bir
maddeyle, kolesterolle kirlenmesi ve kanın pıhtılaşıp tromboz oluşması. İkinci Dünya Savaşından sonraki ölüm istatistikleri kalp
hastalığından ölenlerin gittikçe arttığını gösterince bir0 sürü anti-koagulan
(pıhtılaşmayı önleyen) madde piyasaya çıktı. Anjina şikayeti olanlar veya
kriz geçirenler neredeyse tıbbın ihmal ettikleri gibi görüldü. Fakat bu durum, kalp krizlerinden ölümün giderek artmasının
önüne geçemedi. Hayat kurtarmaması bir yana, beyin gibi hayati dokularda sık
sık iç kanamaya yol açıp ölümlere sebebiyet verdiği bilindiği halde, bu
tedavi şekline lüzumsuz yere büyük miktarda para harcanıyordu. Kalp cerrahisini kolaylaştıran yoğun bakım ünitelerinin
ortaya çıkıp 1967’de Christiaan Barnard’ın, Cape Town’da ilk kalp naklini
gerçekleştirmesi modern tıbbın en yüksek başarısı olarak selamlanandı . Kalp nakli yapılan çok geçmeden pnömoniden öldüğünde,
yabancı kalbin reddinin önlenmesi için kullanılan ilaçlar hastayı infeksiyona
duyarlı hale getirdiği anlaşıldı. Ameliyatın benzeri dünyanın diğer
yerlerinde yapılıp, genellikle üzücü sonuçlanınca tepki başladı.
Framingham Araştırmacılar bilinmeyenleri açığa çıkarmak ümidiyle daha
çok kalp, damarlar ve kan üzerinde çalışıyorlardı; bu araştırmaların
sonuçları doktorların, cerrahların kalp krizinden kurtulan hastalar daha
etkili müdahalede bulunmalarını sağlayacaktı. Fakat bir araştırma grubu, kalp
hastalığının sebeplerini bulmak için epidemiyoloji tekniklerinin kullanıldığı
değişik bir yol takip ediyordu. İstatiklerin değerlendirilmesine dayanan epidemiyolojik
metod yeni değildi. Bu metod en çarpıcı başarısını 1854’de Londralı doktor
John Snow’un şehrin değişik yerlerindeki kolera vakalarındaki istatistiklere
dayanarak, ‘’hastalığın asıl sorumlusunun kirli havadan ziyade, belli
kuyulardaki içme suyu olduğunu’’ söyleyen hipotezi doğrulandığı zaman
kazanmıştı. Snow’un başarısı fazla ilgi görmedi. Bir grip salgını sırasında
hastalığın seyrini öngörerek immünizasyon gibi koruyucu tedbirlerin zamanında
alınmasını sağlaması dışında epidemiyoloji de tıbbın çok önemli olmayan bir
disiplini olarak görülmeye devam etti. STRES 1969’DA, Fram İngham araştırmasının dışında, başka bir
muhtemel risk faktörü daha meydana çıkmıştı: Psikososyal stres. 18. yy.da cerrah John Hunter, kalbinin ve hayatının,
kendisini öfkelendirecek bir budalanın elinde olduğuna işaret ediyor, hastane
kurulunun bir toplantısı sırasında ölümü bu düşüncesini doğruluyordu. Illınois Üniversitesi psikiyatri profesörü Franz Alexandr
1939’da, vakaların tetkikinden yola çıkarak, herhangi görünür bir sebep
olmadan kan basıncının devamlı olarak normalin üstünde olduğu ‘’ eşansiyel ‘’
hiper tansiyonun temelini tanımladı: Bastırılıp biriken saldırgan dürtüler,
yani baskıların kendisinin şiddetinden çok, kişinin bu hissi baskılara tepki
gösterme şekli. Flanders Dunbar 1947’de yayınlanan ‘’Mind and Body’’-
‘’Zihin ve Beden ‘’- adlı eserinde kalp hastalığından muzdarip insanları,
‘’kendilerine karşı insaf duymadan ve görünüşte de bir zevk almadan sıkı bir
şekilde çalışan tiker’’ diye niteliyordu. 1952’ de Cincinnathi Üniversitesin’ den iki araştırmacı,
kalp krizi sebebiyle hastahanelere getirilen her dört hastadan üçünün yakın
geçmişte bardağı taşıran son damla olan, ruhi stres yaratan bir olay
yaşadıklarını bildirdiler. İlaç ve stresin beraberce yaptıkları hasar, stresi takiben
kalp krizinden ölen kişilerin otopsilerinde karşılaşılan hasara çok
benziyordu. Cırculatıon adlı tıp dergisinde editör olan H. R.
Sprague’nun 1958’de yazdığı ‘’hastalık ve stres’’ alaycı yorum o zamanlar
bayağı kabul gördü. Sprague soruyordu: Kesinlikle bir stres belirtisi olan
intiharın bu kadar yaygın olduğu Japonya’da niçin kalp hastalığı nispeten az
görülüyor?Kalp savaş zamanlarında neden azalma eğilimi gösteriyor?Manik
depresif hastalar niçin diğer insanlara göre daha riskli değiller? 1964’te ‘’Journal of Chronic Diseases2’, Nort Dakota’da kalp
hastalığıyla ilgili sosyal ve kültürel faktörlerin araştırılmasıyla ortaya
çıkan sonucu yayınladı. Sigara ve yağ tüketimi gibi risk faktörlerinden
bağımsız olarak, sık sık ev değiştirenler daha fazla tehlike altındaydılar.
Şehirlerde oturanlar içinde risk, şehir dışında oturanlara karşı üç kat
fazlaydı. LOBİLER Zihnin kalp hastalığında sorumluluğu bulunduğu fikri ve
bunun getirdiği bulgular, bu konuda yılların getirdiği önyargı yüzünden,
değil kalp hastalığını önlemek için kullanılmak ilk zamanlar pek dikkate dahi
alınmadı. Ama 1960’lı yıllarda diğer ülkelerde de yapılan ve Framingham
bulgularını doğrulayan araştırmalar, sigara aleyhinde, hayvani yağ ile
kolesterolün az tüketimi lehinde ve yüksek tansiyonlu kişileri durumlarına
müdahale etmeye sevk edecek bir kampanya ile kalp hastalığının önüne
geçebileceği yolunda bir anlayışa ön ayak oluyordu. Nixon yönetimi tarafından
bu ‘’salgın’’ konusunda tavsiyelerde bulunmak üzere 1970’te kurulan ‘’Kalp
Hastalığı Kaynakları için Toplum Komisyonu’’ özellikle önemli risk faktörüyle
hastalık arasında sebep sonuç ilişkisi olduğunu destekler tavır aldı. Artık
diyet alışkanlıklarındaki gerekli değişiklikleri sağlamaya yönelik, hem
kamuoyuna, hem ilgililere dönük eğitici ve destekleyici bir programla
birlikte sigara içmeni n yol açtığı zararları vurgulayan bir kampanya ve basın-
yayında sigara reklamının yasaklanması ihtiyacı vardı. Aynı zamanda
hipertansiyonu araştırmak ve kontrol altına almak için milletçe büyük bir
çaba gösterilmeliydi. Amas kamuoyunu domuz etinin, tereyağının ve peynirin birer
tehdit unsuru olabileceğine inandırmak ve onları sigara içmekten vazgeçirmek
bayağı zor bir işti. Süt ürünleri ve tütünün tüketimini böyle birden azaltacak
tedbirler almak yalnızca vatandaşın kendi sağlığıyla, hükümetin dadılığına
başvurmadan, kendisinin ilgilenmesini savunan seçmenleri karşısına almakla
kalmayacak, çiftçi ve tütün lobileri de Nixon’un aleyhine çevirecekti.
Yönetim bu gibi tedbirlerin tavsiyesini tıp camiasına bırakmaya karar verdi. HİPERTANSİYON Yüksek kan basıncının bazı hastalıklarla beraber görüldüğü
uzun zamandır bilinen bir şeydi, ama insanı şüphelendirecek bir belirti
vermediğinden genellikle kendi başına müdahaleyi gerektirecek bir hastalık
olarak değerlendirilmemişti. Sonunda, yüzyılın başında saygın bilim adamı Sir Clifford
Allburtt, ‘’hyperpiesia’’ dediği yüksek tansiyonu ciddiye almak gerektiğine
arkadaşlarını ikna etti. Framingham bulguları ilaç endüstrisi için yeni bir teşvik
oldu. Trankilizan ve diüretiklerle yapılan denemeler çok takdir topladı.
Fakat yükselen kalp krizinden ölüm oranını düşüremedikleri gibi, kötü yan
etkileri de vardı.1962’ de William Ewans anti-koagülanlar için yaptığı
tenkidini bu kez yeni tansiyon ilaçlarını da içine alacak şekilde tekrarladı.
Hipertansiyonun tedavisi için o zamana kadar 58 tane madde tavsiye edildiğini
söylüyordu.’’İlk çıkanların faydası olmasa da pek zararı yoktu; daha etkili
olan sonrakilerinse konjunktivit, kas ağrısı, deri döküntüsü, eklemlerde
şişme, lupus eritematosus, sinirlilik, depresif psikoz, idrar tutulması,
anevrizma ve felç gibi yan etkileri görüldü.’’Evans’a göre hipertansiyonun ‘’
sebeplerini çözmeyen bu ilaçlardan vazgeçilmesinin zamanı çoktan geçmişti. Evans’ın uyarılarına yine aldırış edilmedi. Kardiyologlar
yapımcıların tarafından daha büyük gürültüyle piyasaya sürülecek 59. İlacın daha
iyi ve daha güvenilir olacağına inanıyorlardı. Ve1970’ lerin başında
kurtarıcı geldi: Hormonların aktivitesini engelleyerek ağrıyı azaltan ‘’beta
-blokerler’’. Aslında anjina için çare olarak piyasaya çıktığı halde kısa
zaman sonra kan basıncını düşürmek ve aritminin önüne geçmek için geniş
biçimde kullanılmaya başladılar. 1974’te, ICI firmasının çıkarttığı Eraldin isimli ilacı
kullanan bazı hastalarda görme bozukluğu yapan kornea zedelenmesi meydana
geldiğini bildiren bir notla doktorlar uyarıldılar. Doktorlardan gelen
cevaplardan bu yan etkinin sanılandan çok daha yaygın olduğu anlaşılmakla
kalmayıp sağırlık, pertonit, plözeri gibi yan etkilerin varlığı da ortaya
çıkıyordu. İlacın piyasadan çekilmesi kararı alınana kadar yan etkilere bağlı
18 ölüm ve 600’ den fazla ciddi hasar vakası bildirilmişti: Deride yamalar
halinde pul pul olmuş tabakalar, lupus eritematosus, hastaların gözlerini
suni olarak nemlendirmelerini gerektirecek derecede gözyaşı bezlerinin
zayıflaması. Yirmi kadar hastada körlük belirmişti. 1978’te Charing Cross Hastanesi’nde danışman kardiyoloog
olan Peter Nixon ‘’lancet ‘’ dergisine gönderdiği mektupta, bir kalp
uzmanının zamanının büyük bir kısmını iatrojenik rahatsızlıklarla uğraşarak
geçirmek zorunda kaldığını ve kendi tecrübesine göre bu rahatsızlıkların
beta- blokerlerle birlikte büyük ölçüde arttığını yazdı. Eraldin dışındaki beta-blokerlerin güvenilirliğine uzun
zamandır inanıldığı için Nixon’un uyarıları pek dikkate alınmadı .Fakat
birkaç ay sonra ‘’British Medical Journal’’de çıkan yazıda hipertansiyon
tedavisi sebebiyle meydana gelmiş körlük vakası bildiriliyor, editör
tarafından üzüntülü bir dille kaleme alınan yazıdaysa aynı sebeple meydana
gelmiş diğer ciddi yan etkilerin söz konusu olduğu bazı vakalardan
bahsediliyordu. KORONER BAKIM 1970’lere gelindiğinde hipertansiyonun tedavisiyle ilgili
aksilikler kardiyologları eskisinden daha az ilgilendiriyordu. Ellerinde daha
önemli meseleler vardı; hayat ve ölüm meseleleri. Kalp krizi geçiren veya
kalp aritmisi olan lertaların ambulansla getirilip, nabızdaki düşme veya
yanlış bir kalp vurumu gibi durumlarındaki en ufak değişmeyi bildirerek hemen
gerekli önlemin alınmasını sağlayan cihazlara bağlandığı yoğun bakım
üniteleri 1950’ lerde hizmete girmişti. Yokluklarında kaybedilecek birçok
hayatın kurtarıcısı sıfatıyla bu servisler sıklıkla ziyaretçilere
hastanelerin en gurur duyduğu bölümler olarak gösteriliyordu. Fakat yavaş yavaş bu servislerin kalp krizinden sonraki
yaşama oranına ne kadar az katkıda bulunduğu anlaşılmaya başladı. Birincisi,
ancak zamanında hastaneye yetiştirilen hastaları kurtarabiliyorlardı.1972’
de yayınlanan bir rapora göre Edinburgh’ta yapılan bir araştırma, kalp
krizinden ölümlerin yaklaşık yarısının kriz başladıktan sonra bir saat
içinde, kalanın yüzde yirmisininde hastaneye yetişmeden gerçekleştiğini
ortaya koymuştu. Koroner bakım üniteleri hastaya verdikleri bazan epey uzayan
sıkıntı yüzünden de tenkit ediliyorlardı. Dr. John S. Bradshaw, British
Medical Journel ‘de şöyle diyordu: ‘’ Hastayı zillerin çınladığı, ışıkların
yanıp söndüğü ünitelere kapayıp bütün bu stres yüzünden onun neredeyse
psikiyatrik bir rahatsızlık sahibi olmasına sebep oluyoruz. Koroner bakım konusunda bayağı endişeleri olan kardiyolog
Peter Nixon 1978’de görevli bulunduğu Charıng Cross Hastanesi’nde konu
hakkında tartışmaya davet eden bir memorandum yaptı. Lancet dergisindeki
yazısında Nixon: ‘’Hastane ve hastane öncesi koroner bakımın hayat kurtarıcı
değeri hususunda süren iddialara ve bu şartların hazırlanması için harcanan
büyük miktardaki maddi ve insani kaynağa rağmen, miyokard infarktüsünden ölüm
oranı değişmemiştir.’’ BY-PASS CERRAHİSİ Yüzyılın başından beri anjinanın tedavisi için değişik
ameliyat biçimleri denenmiş, bunların faydası konusunda heyecan verici ilk
raporları sonradan hep hayal kırıklığı izlemiş ve sonunda yüksek ölüm oranı
sebebiyle bunlardan vazgeçilmişti. İlk başarılı by- pass transplantı, artere
eklenen bir ven yardımıyla 1967’de yapıldı; bunun başarısı kaçınılmaz olarak
Barnard’ın aynı yıl gerçekleştirdiği kalp transplantasyonuyla gölgelendi. Bir
kere ustalaştıktan sonra ameliyat nispeten basitti ve vwewnin hastanın kendi
vücudundan alınabilmesi graft reddi problemini önlüyordu. Londralı psikiyatrist Eliot Slater Britsh Medical Journal’a
1971’de yazdığı Sağlık Servisi mi Hastalık Servisi mi adlı yazısında, tıp
mesleğinin hedefinin sağlığı sağlamak ve devam ettirmek, bunu yapamıyorsa en
azından acıyı hafifletmek ve hastayı teskin etmek olması gerektiğini, bu
hedefin ‘’neye mal olursa olsun hayatı devam ettirmek’’ olamayacağını, çünkü
ilk hedef gerçekleştirildikten sonra ikincisinin kendi kendine
hallolabileceğini ve bunu halletmenin doktorun görevlerinden olmadığını
söylüyordu. Slater’ in endişesinin sebebi bu gerçeğin unutuluyor olması ve
hastanelerin gurur ve prestij kaynağı olan yoğun bakım, hemodiyaliz ve organ
transplantasyonu servislerinin giderek artma eğilimiydi. 1972’de New York Mount Sinai Tıb Okulu’ndan R. S. Blacher
açık kalp cerrahisini cerrahların hesaba katmadığı bir yan etkisine dikkat
çekti. Ameliyatı takiben kendisine gönderilen on iki hastadan sekizi
psikiyatrik açıdan rahatsızlanmış ve bunu da refakat edenlerden
saklayabilmişlerdi. Nisbeten basit ve bayağı karlı olması sebebiyle cerrahların
by-pass ameliyatına gelişigüzel başvurduklarının işaretleri de belirmişti.
Bir araştırma, by-pass ameliyatı olan hastaların yaklaşık yarısında daha
önce, yeni anti-anjinal ilaçların herhangi birisinden fayda görürler mi diye
deneme yapılmadığını, vakaların hiçbirinde de, cerrahiye ancak ilaç
tedavisinden sonra başvurulabileceğini cerrahın hastaya söylemediğini ortaya
koydu. Tehlike 1977’te, Seattle, Washington Üniversitesi doçenti T. A.
Preston tarafından da gösterildi. Kardiyolog Preston by-pass cerrahisinin
anjinayı hafiflettiğinden şüphe etmiyordu. Fakat bu ameliyatın başarılı
olduğunu göstermeye yetmezdi; asıl sorunun şu olması gerekirdi:Ameliyat ne
kadar gerekli ? Cerrahinin belirgin olarak diğer tedavi yollarından daha mı
etkili olduğunu anlamak ve bu soruyu cevaplamak için iyi kontrol edilmiş
denemeler yapılmamıştı. Her ne kadar hastalara ameliyatın gerekliliği
konusunda güven veriliyorsa da, ‘’iddia edilen artan yaşama süresi ilmi bir
çalışma tarafından doğrulanmamıştı ve birçok inceleme bu iddia lehinde delil
olmadığını göstermişti.’’Bu gerçek hastalara anlatılsaydı, kaçı ameliyatı
kabul ederdi? Alabama Üniversitesi, koruyucu tıp bölümünden Glen da Barnes
ve arkadaşları araştırmaları sonucunda, ameliyattan sonra işe dönme veya
çalışma süresi açısından bir faydanın söz konusu olmadığını buldular. DİYET Mİ, STRES Mİ? A. B. D.’ de halk Framingham’ın mesajını almaya
başlamıştı.1960’ların ortalarıyla 1970’lerin ortaları arasında yumurta
tüketimi yüzde on iki, süt ve kaymak tüketimi yüzde yirmi, tereyağı tüketimi
yüzde otuzun üstünde azaldı. Aynı devre içinde kalp krizinden ölümlerdeki
artış önce durdu, sonra tersine döndü ve böylece 1975’e gelindiğinde ölüm
oranı on yıl öncesinden beşte bir azalmıştı. Aynı zamanda halk daha az sigara
içtiğinden ölüm oranındaki değişiklik yalnızca diyetin değişmesine
verilemezdi ama en azından bu değişiklik önceki epidemiyolojık bulgular
konusunda güven veriyordu. 1970’lerde Stanford Kalp Hastalığı Programı yürütüldü. Kanda
kolesterol seviyesi ve yüksek miktarda doymuş miktarda yağ tüketimi gerçekten
risk faktörüdür; birçok memlekette yapılan denemeler bunların birinin veya
her ikisinin söz konusu olduğu durumlarda kalp krizine meylin arttığını
göstermiştir. Ancak bu ikisi doğrudan ilişkili değildir; birçok miktarda
tereyağı veya yumurta yemek illa kandaki kolesterol seviyesini yükseltmez. A. B. D.2de bir zaman için en çok şüphe çeken faktör
hareketsiz hayat tarzıydı; otomobillere ve asansörlere aşırı bir rağbet
vardı. Dedelerimizin o büyük öğünleri yiyebilmeleri enerjik hayat tarzlarına
bağlandı. 1966’da Lancet dergisinde yazılan raporda:’’Uyarıcı olarak
egzersiz yapıldığında vücudun hemaostatik sistemi bu durumu telafi etmeyi
öğrenebiliyordu. Framingham araştırma ekibinin bu teoriye fazla arka
çıkmaması belki şaşırtıcıydı ama onlar risk faktörü olarak şişmanlığı
suçluyordu. Ekipten William B. Kanel, ‘’hareketsiz bir hayat tarzı ve aşırı
yemenin beraberce’’ hastalığa katkıda bulunduğu fikrindeydi. Fakat egzersizin
bir korunma yolu olduğu yolundaki deliller zayıf kaldı. TİP A- TİP B Kaliforniyalı iki kardiyog, Meyer Friedman ve Ray H.
Rosenman yaptıkları tetkiklerle ‘’Tip A’’ kişiliğinin genel bir tarifini
yaptılar ve bu tarifin kendi hastalarına da uyduğunu gördüler. Hemen hemen
istisnasız, bu hastaların hepsi zamana karşı bir yarış duygusu ve aşırı
rekabet güdüsü içindeydiler. Bu sebeple de kolayca sinirleri bozuluyordu. Tip
B ise telaşlı, hırslı, rekabetçi olmadığı düşünülen kişiler olarak
tanımlandı. Alışkanlıklarında bir grubun diğerinden daha riskte olduğunu
düşündürecek bir fark olmamasına rağmen Tip A’lar içinde hastalık oranı Tip
B’lerden üç kat fazlaydı ve Tip B’ler arasında hiç kimse kalp krizinden
ölmemişti. BİOFEEDBACK Tip A’ların Tip B ‘lere göre daha fazla riskte olduklarının
keşfi, bu teori kabul görse bile, kendi başına Tip A kategorisindekilere
ancak sınırlı bir korunma sağlayabilirdi. Stres sebeplerinden sakınmaya
kendilerini alıştırabilirlerdi, ama iş veya ev hayatları kendilerini stresli
durumlara sokuyorsa, bunun ancak sınırlı bir yardımı olabilirdi. Tip A’ların
gevşemesini ve stresli durumlara uyum yapmasını öğrenmelerini mümkün kılacak
bir tekniğe ihtiyaç vardı. Bundan yarım yüzyıl önce, kendi kendine telkinin gücü
Fransız kimyacı Emile Coue tarafından öne sürülmüş ve bir Alman doktor,
Johannes Schultz tarafından gösterilmişti. Schultz, gevşemiş bir zihni
yapıdaki hastaların kol ve bacaklarını, hata parmak uçlarını oto-telkin
yoluyla beş derece kadar ısıtabildiklerini bulmuş ve gündelik
rahatsızlıklarda (öksürük, soğuk algınlığı vs.) hastaları, aynı metodu
kullanarak kendilerine müdahaleyi teşvik etmek için ‘’otojenik eğitim’’ini
gerçekleştirdi. Kan basıncı için biofeedback sağlamak kolay görünmüyordu;
standart manşet bağlama sıkıcıydı ve uygun değildi. TIBBİ MODEL 1960’lardan 1970’ lere toplanan veriler, tıbbın yerini
tedavi edici olmadan psikososyal temele göre koruyucu olmaya doğru
değiştirmek üzere zorluyordu.1980’ne gelindiğinde bu yönde etkili olacak
herhangi birşey yapıldığına dair pek işaret yoktu. Zaman zaman dergilerin editorial bölümlerinde koruyucu
tedbirlere daha dikkat edilmesi gerektiğine dair yazılar çıkıyorsa da
klinikte bu konuda göze çarpan tek uygulama görüntüleme yöntemi oldu. Fakat
bu yöntem güvenilir olmaktan uzaktı. Görüntülemenin noksanı; önyargılarına uygun olarak, Tip A/
Tip B kişilikleri gibi faktörlerin hesaba katılmasına nadiren izin vermesi
oldu. World Medicine Dergisinde; ‘’kalp hastalığını önlemeye yardım etmenin
yolu, ‘’şirketlerin çalışanlarına yüklediği aşırı yük ve mecbur kıldığı hayat
tarzına karşı birşey yapılıp yapılamayacağını araştırmaktır, yoksa yıllık
check-up ‘lar için harcanan birkaç poundla geçirmek işin kolay yoludur’’. ‘’Belirli kurallara’’ yapışıp kalmak araştırma için ayrılan
büyük miktarda kaynağın hastane ve laboratuarlara akmaya devam etmesine yol
açarak yalnız sembolik miktarda paranın iane kabilinden psikososyal faktör
konusundaki incelemelere ayrılmasının sebebi oldu. Önemine binaen stresin dikkate alınmasını isteyen
araştırmacıların ısrarına rağmen meseleyi kalp hastalığının psikososyal
bileşeninden iyice uzaklaştıracak moleküler, biyokimyasal çalışmalar son
zamanlarda araştırma fonlarının gittikçe artan miktarını çekiyor. Köprünün Altından Geçen Sular Tıbbi, hukuki veya ticari olsun bütün sahalarda benimsenen
illüzyonlardan biri, geçmişteki başarısızlıklar ne olursa olsun, ‘’köprünün
altından geçen sular ‘’ gibi geçmişe havale edilerek temize çıkıldığının
zannedilmesidir. Tıpda yeni teşhis aletlerinin, yeni cerrahi tekniklerin ve
yeni ilaçların devamlı akımıyla bu illüzyon desteklenir. Geçmiş yanlışların
sistemdeki bir zayıflığa işaret sayılması bir yana, ilerlemenin delilleri
olarak görülmesi mukadderdir. Modern tıbbın ‘’bir yürüyen merdivenden ziyade ayakla
döndürülen bir değirmen’’ üzerinde olduğu özellikle kalp kriziyleriyle ilgili
araştırmalarda ve tedavi biçimlerinde ortaya çıkıyor. Kardiyologlar hep daha
önceki metodlara dönmek dürtüsüne sahiptirler; yanlış kullanılmış, hatta
yalnışlığı bulunmuş uygulamaları canlandırarak hastalar üzerinde tekrar
denemek isterler. Suçlu olanlar yalnız kardiyologlar değil; Kraliyet Genel
Pratisyenler Koleji komitesinin arterial hastalıkların önlenmesiyle ilgili
19812 raporu da aynı görüşü paylaşıyor. Yine de psikosomatik geleneğinin veya
Selye’nin başını çektiği araştırmacılar, stresin kalp krizlerindeki yerinin
önemini göstermeye devam ediyorlar. Mesela Harward Tıp Okulu’ndan Ward
Cassells geniş bir çalışmayla, emekliliği izleyen aylarda ölümcül koroner
hastalığı riskinde büyük bir artış olduğunu gösterdi. Emeklilik veya
işsizlikten kaçınılamıyorsa bile Tip A ‘lar en azından stres ve kan
basınçlarını kontrol etmeyi öğrenerek bu şartlarla başa çıkabilirler. Bir kardiyoloğa bu deliller gösterildiğinde, insanları daha
az sigara içmek, daha az doymuş yağ yemek ve meditasyon sınıflarına devam
etmek için ikna etmenin kendi işi olmadığını, görevinin gerekli tedbirleri
almamış insanları tedavi etmek olduğunu ve böyle pek çok insan bulunduğunu
söyleyebilir. Kabul ; fakat ona şunu kabul ettirmek daha zor ki, uzmanlığa
yalnız korunmaya ayrılması gereken fonları kendine ayırmakla kalmıyor, aynı
zamanda gereksiz, tehlikeli ve aşırı pahalı müdahale şekilleriyle bu fonları
kötüye kullanıyor. By-pass ameliyatını kritik eden araştırmalar da şimdiye
kadar dikkate alınmadı. Lewis Thomas, ‘’hastalık o kadar yıkıcı etki
yaptıktan sonra açık-kalp ameliyatı ile müdahalede bulunmaya, bu korkunç
israfa, süresiz devam edemeyiz’’ demesine rağmen bu ameliyat gittikçe
artıyor; 1980’ e gelindiğinde A. B. D.’ de yılda yüz bin ameliyat
gerçekleştiriliyordu. Ölüm oranını azaltmaktaki başarısızlıklarına rağmen, koroner
bakım üniteleri de işlemeye ve çoğalmaya devam ediyor. Son zamanlarda
varlıklarını haklı çıkarmak üzere bazı girişimlerde yapıldı. Mesela Brıtısh
Medical Journal’da yayınlanan bir raporda, doktor veya eğitilmiş paramedikal
personelle donanmış ambulanslarla hareketli koroner bakım konusunun işlenmesi
dikkate değer. Bu sistemin önce Belfast’ta, sonra diğer şehirlerde
denenmesiyle şu sonuca varıldı; sistem koroner bakım ünitelerine yetişemeden
ölen hastaların sayısını, krizin atlatılmasını sağlayan tedbirlerin daha
yoldayken alınması sebebiyle, azaltmakla kalmayıp muhtemelen bu tedbirlerin
alınmasına kadar daha az zaman geçtiği için koroner bakım ünitelerinde
ölenlerin sayısını da azaltıyor. Bununla beraber en büyük ihtiyaç kalp hastalığına yakalanma
riskinin azaltılması yönündeki öğüt ve uyarıların daha yaygın biçimde
ulaştırılmasıdır: Tip A /Tip B bulgularından nasıl faydalanılabileceği ve
stresten kaçınmak veya kontrol altına almak için gerekli tedbirleri; ilerdeki
muhtemel tehlikenin işaretleri -hipertansiyon, nefes darlığı, çarpıntı, göğüs
ağrısı- karşısında, ömür boyu beta-blokere veya o gözden düşünce yerini
alacak başka çeşit moda ilaçlara çaresiz bir teslimiyet dışında
yapışabilecekler: Charing Cross Hastahanesi’ndeki kalp hastaları için
yürütülen türden gevşeme tekniği, egzersiz ve diyet konusunda esnek kurslar;
bazı grupların ön kabullerine göre değil kişilerin katılım, bünye, ev
çevresi, iş ve hayat tarzlarıyla ilgili ihtiyaçlarına göre hazırlanmış
kurslar. II. BÖLÜM KANSER Kanser yalnız bizim medeniyetimize has bir hastalık değil;
bütün çağlarda hemen bütün toplumlara müptela olmuştur. Fakat medeniyetimizin
muzdarip olduğu hastalıklar arasında öldürücülüğü bakımından kalp
hastalıklarından sonra ikinci sırada gelir. Bazı açılardan kalp hastalığından
da kötüdür; daha genç kişileri öldürür ve her yaşta amansız ve genellikle
acılı bir şekilde seyreder. Teşhisle ölüm arasında geçen sürenin bir kaç
haftayla yıllar alabilmesi kanserin kötü şöhretini arttırıyor; zira hakkında
idam kararı verilmiş birisinin ölüm tarihini bilmemesi gibi. Son araştırmalar tümörlerin gelişimi hakkında epey bilgi
sağlamasına rağmen, niye böyle değişik şekiller aldıklarını; niçin
bazılarının belli bir aşamadan sonra büyümediklerini; neden bazen mesela
siğil - benzeri durumlarda - hızla ve hayrette bırakacak şekilde
gerilediklerini veya neden bazılarının vücudun başka yerlerine de metastaz
yapacak şekilde habis karakter taşıdıklarını açıklayabilmek halen de pek
mümkün değil. Bazı tehlikeli unsurlar; mesela radyasyon veya akciğer ve
bağırsak yoluyla alınan karsiyonejik maddeler belirlendiği halde sıklıkla
görülen kanser çeşitlerini önleyebilecek çarelere ulaşılamadı. Sonuçta mesele
tümörü mümkün olduğu kadar erken bir safhada teşhis ile ya cerrahiyle alarak,
ya radyasyonla kurutarak, ya da ilaçlarla büyümeyi kontrol altına alarak tedavi
etmeye kaldı. Tümörler için cerrahi ve ilaçlar -bitkiler şimdiye kadar
bütün medeniyetlerde kullanıldı, hastalara daha iyi bir şans veriyor gözüken
radyum tedavisi 1890’lara kadar bilinmiyordu. Işınlamanın, sağlıklı hücrelere
zarar verse de kanserli hücreleri tahrip etmek için kullanılabileceği
bulundu. 19402larda cerrahi ve radyasyon tekniklerinde kaydedilen gelişme ve
sağlıklı hücrelere dokunmadan kanser hücrelerini yok etmek için düşünülen
sitotoksik ilaçların denenmeye başlaması gerçekleşmesi geciken ümitleri
yeniden canlandırdı. Bundan sonraki yirmi yılda iyimserlik hakimdi. ‘’Kanser
yavaş yavaş, fakat sistematik olarak kontrol altına alınıyordu’’. Berkeley- Kaliforniya Üniversitesi’nin keskin fikirli tıbbi
fizik profesörü Hardin Jones 1969’ da arkadaşlarına açıkça söylediği gibi
cerrahi ve radyasyonun hastalara şifa verdiğini gösterecek istatistikler
düzmece olabilirdi. Kanserleri ameliyat edilemeyecek kadar ileri safhada olan
hastalar cerrahlar tarafından çalışmalarda kontrol grubu olarak kullanılıyor,
böylece cerrahi ve radyasyonla tedavi gören hastaların bundan fayda gördüğü
yolunda yalnış bir izlenim veriliyordu. Kamuoyuna her şeyin yolunda gitmediğini ilk hatırlatan,
ertesi yıl Başkan Nixon’un bir daha ki seçimlerde tekrar başkan seçilmesinde
payın olan halkla ilişkiler politikasının bir ürünü olarak başlattığı
‘’Kansere Karşı Savaş’’ kampanyasıydı. Nixon, tıp camiasını karşısına
almayıp, ayrılan fonların yeterli olmadığını belirtti. Milli Kanser Enstitüsünün 1977 koleksiyonunu inceleyen
Greenberg, bazı karışık yorumlara açık olsa da verilerin, araştırma ve tedavi
masraflarının çok arttığı geçen yirmi beş yıldır son tahlilde hiç bir dikkate
değer bir değişiklik olmadığına kuvvetle işaret ettiğini gösterdi. Tekrar
görüldü ki ilerleme yalnızca bazı kanser türlerinde olmuştu ama bunlar en az
ortaya çıkan türler arasındaydı. Geenberg’in istatistiklerin yorumlanılışına
karşı çıkışı dikkate alınmadı; Enstitü kendi verilerini anlamazlıktan gelmeye
devam etti ve İngiltere’ de kanser fonu oluşturan kuruluşlarda olduğu gibi,
araştırma fonu kar hissesi dağıtmaya devam etti. Böylece kansere karşı yavaş
fakat karşı konulamaz bir zafer kazanılmakta olduğu efsanesi sürdürüldü. AKCİĞER KANSERİ Kanserin en sık zaptettiği organ akciğerdir. Hastaların
küçük bir azınlığı hayatta kaldığından ve yalnız çok küçük bir bölümü
gerçekten şifa bulduğundan zaman zaman belli cerrahi teknikler veya belli
sitotoksik ilaçlar yeni iddialarla savunulmuş fakat teşhis edildiği an hiçbir
tedavi şeklinin ömrü birkaç hafta uzatmaktan başka bir işe yaramayacağı
konusunda fikir birliğine varılmıştır. Thomas McKeown’un dediğine gör;’’sebepler hakkında veya
hastalığın değiştirilebilecek ya da kaldırılabilecek şartların etkisiyle
oluşabileceği ihtimali konusunda pek bir tartışma yoktu.’’ Diğer bir
ifadeyle, kalp hastalığında olduğu gibi, bazı aydınlatıcı bulgulara
ulaştırabilecek epidemiyolojik incelemeler yapma eğilimi bulunuyordu. Fakat
ölüm oranındaki yükselişin alarm verdiği belli olunca -İngiliz nüfusunun
1928’ de milyonda 152 I, takip eden yarım yüzyıldaysa 900’ ü bu hastalıktan
ölüyordu- bir çevre karsinojeninin sorumlu olabileceği şüphesi dile gelmeye
başladı. İki tane bariz faktör vardı; içten yanmalı motorlardan çıkan ekzost
gazları ve sigara dumanı .A.B.D.’ de E.C. Hammond ve D. Horn tarafından
yapılan araştırmada tıp camiasının muhtemel bütün reçetelerin en basitiyle
akciğer kanserinin önlenmesi yönündeki bir kampanyaya ağırlığını koyma
fırsatı vardı: ‘’Sigarayı bırakın, akciğer kanserine yakalanma ihtimaliniz
sıfıra yakın olsun’’. Fakat böyle bir kampanya için güçlükler bulunuyordu. İlk
önce tıp camiası kendisi laboratuar bulgularıyla desteklenmeyen
epidemiyolojik delillere güven duymuyordu. Daha ciddi problem çağın önde gelen istatistikçisi Sir
Ronald Fisher tarafından ortaya sürüldü. Tiryakilerin büyük çoğunluğunun
kansere yakalanmadığını söyleyen Fısher, sigaranın kanser sebebi olduğunu
iddia etmenin bu yüzden makul olmadığını belirtiyordu. Kişinin sigara içimini
ve kansere yakalanmasını hazırlayan genetik bir faktör söz konusu olamazmıydı? Kraliyet Hekimler Koleji’nce oluşturulan bir komite 1962’de
yayınladığı raporda sigara içmenin akciğer kanserine sebep olduğunu
söylemekte tereddüt etmedi. İki yıl sonra A.B.D.’ de Başhekimler Danışma
Komitesi aynı görüşü savundu. Ve o zamandan beri tıp camiası herkesçe değilse
de genellikle kabul edilen şu; tiryakilikle kanser arasında ister bir
sebep-sonuç ilişkisi olsun, ister olmasın, sigaranın(pipo ve puro
denemelerden nispeten yarasız çıkmıştı) zararı o kadar belirgin ki(bronşit ve
kalp hastalığından ölümler işin içinde), emniyette olmak için en iyisi bu
alışkanlıktan vazgeçmek 1979 Stockholm konferansı öncesini değerlendiren
Observer’den Janett Watts konferanslarda konuşulanların nasıl ve niçin boşa
gideceğini çok iyi görmüştü. 1966’da Muhafazakar Partili Sağlık Bakanı Iain
Macleod ‘un ‘’sigara tiryakilerinin yılda hazineye bir milyar pound
kazandırdıklarını ve bunun kolayca feda edilemeyeceğini en iyi hükümetin
bildiğini ‘’ itiraf ettiğini hatırlatarak 1979’ da bu miktarın iki katına
çıktığını söyleyen Watts, hükümetin hem mevcud ekonomik buhran sebebiyle
geçim indeksini tütün vergisini arttırarak yerinde tutmaya isteksiz olduğunu,
bu yüzden kendini sıkışmış hissettiğini yazdı. Watts’ın yazdığına göre, dört
yıl boyunca sigara karşıtı kampanyanın en sadık adamlarından olan Sir George
Young bile kendisine ‘’hükümet olarak çok fazla kişiyi sinirlendirmeden,
rızalarına uygun olacak şekilde ilerlemek zorundayız’’ demişti. 1980’de
hükümet sigara endüstrisiyle olan anlaşmanın ayrıntılarını kamuoyuna açıkladığında,
bir Gallup anketi İngiltere’de her üç kişiden ikisinin sigara reklamlarının
tamamen yasaklanmasını istediğini daha yeni ortaya koymuştu. Demek ki bu
yönde alınacak kararlar çok kimseyi sinirlendirme-yecekti. Yalınızca sigara
patronları, başbakanı ve bakanları üzecekti. Genel Görünüş Mevcut tedavilerin akciğer kanseri vakalarının büyük
çoğunluğunda belli bir fayda sağlayamadığı gerçeğine herhangi ciddi bir
itiraz gelmiyordu. A.B.D. Milli Kanser Enstitüsü’nce desteklenen bir
araştırma da bu durumu doğrulamış bulunuyor. John Cairns, Kanser: Bilim ve Toplum adlı kitabında, akciğer
kanserinin en çok cerrahiye gelmeyen, hızla yayılan ve genellikle teşhisten
sonra bir kaç ay içinde ölüme yol açan türde geliştiğini, ilerlemiş tedavi
metodlarıyla kazanılan her anında artık çok iyi bilinen ve tedavi
metodlarıyla kazanılan her anın da artık çok iyi bilinen ve tedavinin
ayrılmaz parçası olarak görülen yan etkilerle dolu geçeceğini yazıyor.
Halihazırda akciğer kanserinden ölüm oranını azaltmanın tek yolu sigara
tiryakiliğinin yayılmasının önüne geçmek. GÖĞÜS KANSERİ Tıp camiasının, kendisini oluşturan uzmanlıkları etkili bir
şekilde kontrol etmekte karşılaştığı zorluklar, kanserin kadınlardaki en kötü
türü olan ve A.B.D.’ de yılda yaklaşık 90 bin kadına teşhisi konan göğüs
kanseriyle ilgili gelişmelerde daha açık ortaya çıktı. Yalnız tümörü değil, lenf akışını düzenleyen lenf bezleriyle
beraber bütün memeyi alıp çıkarma uygulaması, 19. Yüzyılın sonlarında
başladı. ‘’Mastektomi’’ denen bu işlemin arkasındaki gerekçe görünüşte
makuldü: bahçedeki yabani otlar gibi tümör de kökleriyle birlikte çıkarılırsa
tekrar yayılma ihtimali azalırdı, özellikle pusudaki kanser hücrelerini
tahrip etmek üzere ışın da ek tedbir olarak verilirse. Hastaların çoğunun
menopoz sonrası dönemi yaşadıkları gerçeği, görünüşü bozan bu ameliyatın
kabullenilebilmesini kolaylaştırıyordu. Geçerli olan Viktorya çağı görüşüne
göre, bu dönemde kadınların çocuk emzirmesi gerekmediği gibi kocalarına da
cinsi açıdan çekici bir görüntü sunmalarına sebep yoktu. Buffalo’daki Roswell Park Memorial Enstitüsünden Thomas Dao
1975’ te, ileri cerrahi teknikler, gelişmiş radyoterapi metodları ve
kemoterapik ilaçların yaygın kullanımına rağmen göğüs kanserinden ölüm oranı
son 75 yılda değişmedi’’ derken, aynı yıl Dünya Sağlık Örgütü’nden
W.P.D.Logan WHO Choronicle’da ‘’istatistiklerin ölüm oranında azalma bir
yana, gerçekte artmayı işaret ettiğini’’ yazıyordu Mamografi Bu sıralar kanser cerrahları da yaptıklarına yeni bir bahane
bulmuşlardı. Birkaç yıldır kadınlar göğüslerini periyodik olarak kendi
kendilerine kontrol etmeye ve bir kitleye rastladıkları an doktorlarına haber
vermeye teşvik ediliyordu. Fakat pek çok kadın bu uyarıyı dikkate almadığı
gibi alanlarda ancak ele gelebilecek duruma ulaştığında büyümenin farkına
varıyorlardı. Bu yüzden düzenli röntgen ışını kontrollarıyla tümörlerin başka
yere yayılmadan oluşum sahasında farkına varılabileceği iddia ediliyor, Sam
Shapiro ve arkadaşlarının New York’ta yaptığı denemeler tümörlerin gerçekten
on sekiz aya varan bir süre önce teşhis edilebileceğini gösteriyordu. Yalnız Shapiro uyarıyordu: Erken teşhisin yaşama süresini
uzattığına dair bir delil yoktu ve genç kadınlar her yıl film çektirdikleri
takdirde -ki elleriyle kontrol yapmayı tercih ederek buna ihtiyaç duyacaklardı-
bu ışınların toplam etkisi bir kanser riski oluşturabilirdi. Shapiro, en
azından bir müddet için yalnız elli yaşın üstündeki kadınlardan rutin film
çektirmelerini öneriyordu. Shapiro’nun denemeleri devam etti ve 1977’ de yayınlanan
ileri bir rapor önceki bulguları doğruladı. Mamografi 50 yaşın üstündeki
kadınlar için bir ümit sunuyor görünse de, 50 yaşın altındakiler için böyle
birşey söz konusu değildi. Rapor bir noktayı daha ortaya çıkardı: Mamografi
lehine kullanılan tezlerden biri olan ‘’metodun güvenilirliği’’ çürük bir
inançtı. Mesela elle kontrol gibi diğer tekniklerle bulunan göğüs
kanserlerinin yaklaşık yarısı radyografiyi yapanlarca atlanıyordu. Kadınların
daha küçük ama hiç de ihmal edilemeyecek bir oranı da yanlış yere kanser
teşhisi konmuşlardı; ilkini takip eden kontrollarda kanserli olmadıkları
anlaşıldı. Sonuçta şu yargıdan kaçmak zor görünüyor ki, kamuoyu
sistemli olarak mastektominin faydaları konusunda aldatılmıştır. RAHİM BOYNU KANSERİ Görülme sıklığı nispeten azdır; bütün kadın kanserlerinin
yalnızca yüzde ikisiyle beşi arasında bir oranda ortaya çıkar. Fakat smear
yoluyla erken teşhisin ve yerinde tedavinin değeri hakkındaki iddialar
yalnızca sayısız hayatın kurtarıldığı izlenimini vermekle kalmayıp genel
olarak bu testin önemini büyütmeye yaradı. Bazı kadınların yayılma istidadı göstermeyen ‘’in situ’’
rahim boynu kanseri taşıdıkları uzun zamandır biliniyor. Ama bir noktadan
sonra bunlar yayılma gösterebiliyorlar. Bu yüzden doktorlar, erken teşhis
konduğu ve gerekirse rahmi çıkartmak dahil, ‘’in situ’’ kansere yerinde
müdahale edildiği takdirde kanserin yayılmasının önüne geçme şansı olacağını
düşündüler. Şimdiye kadar, binlerce kadının, ameliyatın gerekliliği
ispat edilmeden, rahimleri çıkarıldı, çünkü teşhis edilen ‘’in situ’’
kanserin sonradan yayılıp yayılmayacağını bilmenin henüz bir yolu yok. Belki bu konudaki son söz World Medicine dergisine yazan
patalog A.R.Kittermaster’e bırakılabilir. Bir erkek olarak yakalanma ihtimali
olmayan bir hastalık için taramayı tavsiye etmekte çekingen davrandığını
söyleyen Kittermaster, ‘’herhangi bir kimse- ve özellikle de bir kadın- genç
erkeklerin, yayılan kanserler için ortalama yaştan yirmi yıl önceden başlamak
üzere teşhis ve habaset öncesi doku ve değişikliklerin tedavisi için düzenli
testler önerirse, tabii ki, bu olaydan bayağı şüphe duyardım. Bu durumlardan
tedavinin ölüm oranı üzerinde önemli etkisi olduğuna dair delilleri isterdim
ve rahim boynu hastalıklarında olduğu gibi testin yanlış teşhis riski
taşıdığını bilseydim, taramayı önerenlere, havuza atlamalarını, ya da daha
iyisi parmaklarını başka yere sokmalarını tavsiye ederdim.’’ YAN ETKİLER Teşhis ve teşhisi takiben uygulanan değişik tedavi
metodlarının değeri hakkında toplanan istatistikler genellikle, farkın -eğer
varsa - yalnızca teşhisle ölüm arasında geçen zamanın uzunluğunda söz konusu
olduğunu gösteriyorlar. Bu dönemdeki hayatın kalitesi hakkında bir farka
işaret eden ölçüler yok, zira ancak hastanın kendisi buna karar verebilir.
Ama hayata eklenen aylar ancak şiddetli ağrı ve maluliyet veya ruhi-zihni
stres karşılılığında kazanılıyorsa, yalnızca hayatın uzatılmasıyla klinik bir
başarı olarak övünülmemelidir. Radyoterapi 1965’ te Sir Arthur Porritt, ‘’sinirlerim x-ışını tedavisini
kullanmamaya şimdilik müsait değil; yeteri kadar uzun yaşarsam belki bir gün
bu da olur .’’ diye itirafta bulunuyor, radyoterapi hakkında bilinen çok az
şey olduğundan, ama pek çok inanış bulunduğundan şikayet ediyordu. Bir radyoterapist açık konuşuyordu:’’Hiç şüphesiz, cerrahiyi
takiben yapılan radyoterapi yaşama süresi istatistiklerini
değiştirmiyor.’’Ona göre, ışın tedavisinin haklılığı, ameliyat yerindeki nüks
oranını azaltabilmesinden geliyordu; bu ‘’bir başarı’’ idi. Her halükarda,
‘’geç görülen kötü sonuçlar hastaların büyük çoğunluğu tarafından
kabullenilir’’ diyerek yan etkileri küçümsüyordu. Kemoterapi Sitotostik ilaçlarla tedavi nispeten yeni sayılır. 1967’de
Londra’da hem cerrahi, hem de radyoloji danışmanı olan Sir Stanford Cade
kemoterapiye kanser için son çare olarak baktığını, ‘’ilacın hiçbir zaman
şifa vermediğini’’ söylemiş; bunun üzerine British Medıcal Journal’a mektup
yazan bir kemoterapi servisinde görevli iki kişi Sir Stanford Cade ‘in
kanserin erken safhasında kemoterapiyi deneyip denemediğini sormuştu.
Kanserden ölüm oranının hala yükseldiği bir zamanda gerçekten bunu denemeye
değerdi.’’ Uzun zamandır denenen cerrahi ve radyoterapi şimdiye kadar pek
olumlu sonuç vermediği halde peşine düşülüyordu; oysa ilaç denemeleri ümit
vermişti.’’ Yeni ilaçlar tümörlere karşı etkili olabilirdi, ancak
vücudun diğer hastalıklara da karşı koyan bağışıklık sistemini bozmak
pahasına; ve bazı ilaçlar gerçekte tümör büyümesini hızlandırıyor
gözüküyordu. İngiltere’de yapılan bir denemenin sonuçları açıklandı.
Bulgulara bakılırsa ‘’primer göğüs kanserli hastaların yaşama süresi, çok
ilaçlı kemoterapinin artmasına rağmen, genel olarak, son on yılda artmamıştı.
Bunun da ötesinde ilk metastazlardan sonraki yaşama süresinde de bir gelişme
olmadığı gibi, kemoterapi yapılan bazı hastalarda süre kısalmış da
olabilirdi.’’ 1980’ de A.B.D.’ de itibarı yüksek, Milli Sağlık Enstitüleri
komitesi bu hastalardan bazılarının çekmek zorunda kaldığı eziyeti bir tebliğ
ile açıkladı. Açıklamada, kemoterapinin ters etkilerinin kısa vadede
görülebildiği gibi uzun vadeli etkilerin de muhtemel olduğu hatırlatılıyordu.
Akut belirtiler arasında kemik iliği baskılanması, bulantı, kusma, iştah
kaybı, zayıflama, ağız ülserleri ve saç dökülmesi; daha uzun dönemde ortaya
çıkan etkiler arasında da organ harabiyeti, kısırlık ve ikincil kanserler
bulunuyordu. Bu sebeple ‘’kemoterapinin faydası zararı nı karşılamak
zorundaydı ve faydanın ana ölçüsü, uzayan hayatın ana ölçüsü, uzayan hayatın
kabul edilebilir bir nitelikte olmasıydı. ALDANMA VE ALDATMA Mevcut deliller ışığında yürürlükteki kanser tedavi
metodlarını sürdürmenin haklı bir tarafını bulmak güç. İspat edilmek şöyle
dursun, sık görülen kanser türlerinden birini teşhis edildiği hastaların
yaşama sürelerinde dikkate değer bir değişiklik yaptıklarına dair pek ipucu
da yok. Son zamanlarda, yürürlükteki kanser tedavilerinin
zayıflığını en güçlü belgelerle ortaya koyan eser, anatomi profesörleri,
M.L.Kothari ve LA.Mehta tarafından kaleme alınan ; Kanser: Sebepleri ve
Tedavisi Hakkındaki Mitler ve Gerçekler. Yazarlar, kansere bir etkenin yol
açtığı ve kanser saldırıya geçmeden erken teşhisle üzerine gidilebileceği,
böylelikle şifanın mümkün olacağı gibi kabullerin bir ‘’mit’’e dayandığını,
kanserin önlenemeyeceğini, tedavi edilemeyeceğini ileri sürüyorlar. Kitabı
genellikle tenkit eden kanser uzmanları bile söylenenlere itibar etmek
zorunda kaldılar. Yazarlar iddialarını, çoğu tıp kitabı ve modern tıbbın
katıksız takipçisi tıp dergisi olan, üç yüzden fazla referansla
desteklerinden, kendilerini ‘’sivri’’likle suçlamak kolay değildi. World
Medicine dergisinin o zamanki editör yardımcısı kitabı şaşırtıcı bulduğunu ve
fakat şu sonuca ulaştığını yazdı:’’Cerrahi, radyoterapi ve ilaçların hemen
hemen bütünüyle ilga edilmesinin ölüm oranlarında gayet ufak bir değişiklik
yapacağı tahminini ileri sürmek muteber akli bir çıkarım olacaktır.’’ Kanser Araştırması Kendine güvenmenin haklı çıkarılacak bir tarafı yok. Kanser
araştırmasının açıkça başarısız ve kardiyolog araştırmasından daha üzücü bir
sicili var. Bunun bir sebebi de, artık bir çıkmaz sokak olarak kabul
edilen’’kanser virüsü veya virüsleri’’ araştırmasına bu kadar yer ayrılmış
olması. Francis Crıck ve James Watson tarafından genetik kodun
çözümlenmesi, kanseri-genetik olarak programlandığı şekilde- bağışıklık
yıkımının sonucu olarak gören düşüncenin ciddiye alınmasının şart olduğunu
göstermişti. Immunolloglar mücadeleyi hızlandırdılar; Watson, indirgemeci
zihniyetle yapılan kanser araştırmalarıyla alay ediyor, bunları ‘’ilmi açıdan
iflas etmiş, tedavi açısından boş ve etkisiz’’ diye niteliyor. 1974’te New England Journal of Medicine’de yayınlanan bir
rapora göre, İmmunogların araştırma sonuçları da ümit kırıcıydı. Ve bu
sıralarda tıbbi modelin yanlışa saplandığını, kanserin en çok, havada veya
besinlerle içeceklerde bulunan karsinojenik maddeler sebebiyle ortaya
çıktığını ileri süren çevreciler seslerini duyurmaya başladılar. Çevrecilik Çevrecilerin Vaftizci Yahya’sı, baca temizleyicisi olan
çocukların ilerde skrotum kanserine yakalanma ihtimalinin başkalarına oranla
daha fazla olduğuna iki yüz yıl önce, dikkat çeken İngiliz cerrah Perceval
Pott’ tur. O zamandan beri endüstriyel işlemlerde kullanılan maddelerle
kanserin ilişkisi zaman zaman ortaya çıkarıldı ve radyasyonun etkileri daha
iyi anlaşıldı. 1950’lerde sigarayla akciğer kanseri arasındaki ilişki
bulundu; 1970’lere gelindiğinde endüstride, ev araç gereçlerinde ve
gıdalardaki katkı maddelerinde bulunan karsinojenler konusunda gittikçe artan
bir duyarlılık mevcuttu. A.B.D.’ de Cairns: Akciğer kanseri dışında, sık görülen
bütün kanser türlerinde bulunduğumuz yüz yıldan önce biliniyordu. A.B.D’ de
son otuz yılda, toplam olarak kanser vakasının görülme sıklığıyla kanserden
ölüm oranında çok az bir değişiklik oldu. Ve bu zaman zarfında pestisid,
sentetik kauçuk ve plastiğin yıllık üretimi yüz kat artmıştı. KANSER VE KİŞİLİK YAPISI Kanserin üzüntü ve hayal kırıklığıyla ilgili eski
zamanlardan beri düşünülmüş ve gözlem yoluyla doğrulanmıştır. Keder ve korku
1845’te zikredilmiş. James Paget: !’’Stres, derin bir üzüntü, gerçekleşmemiş bir
ümidi yada bir hayal kırıklığını takiben hemen kanser oluştuğu çok
görülmüştü’’. 1952’de çalışma sonucu: ‘’Hastalardaki en önemli karakter
özellikleri; bastırılmış cinsi istek ve ifade edilmeyen, boşaltılamayan
kızgınlık duygusuydu .’’ 1955’te New Yok’lu bir doktor:Hastalarda dört ortak nokta
var:’’tümörün gelişmesinden hemen önce önemli bir (ikili) ilişki son
bulmuştu; duyguları başarılı bir şekilde ifade etme eksikliği vardı;
ana-babayla çözülememiş bir gerilim söz konusuydu; cinsi yönden sıkıntılar
mevcuttu.’’ Kissen ve Psikolojik Faktör İngiltereli doktor David Kissen’in konuya ilgisi,
tüberkülozun ortaya çıkışıyla ruhi stres arasındaki muhtemel ilgiyi
araştırdığı sırada başlamıştı. O incelemesinde de sigaranın etkilerini, sigara
içmenin ‘’tüberkülozun ruhi görünüşünün bir parçası’’ olabileceğini düşünerek
alternatif bir açıklama tarzıyla konuya yaklaşmıştı. Sigarayla hastalığın
alevlenmesi arasında bir ilgi olduğu gibi, ruhi strese eşlik eden sigara
içimiyle hastalığın alevlenmesi arasında bir ilgi vardı. Gözünde Canlandırma (Visualisatıon) Tedavisi Carl Simonton’a göre kanserin en önemli sebebi belli bir
‘’obje’’nin kaybıdır. Visualisatıon metodunda hastanın gevşemesi isteniyordu;
ondan sonra zihninde kanseri ve kansere yapılan müdahaleyi kendi nasıl
düşünüyorsa öyle canlandırması söyleniyordu. Bu bahçıvan için sümüklüböcek;
din adamı için günahtan arındırılıp kurtarılacak ruhlar olarak görünebilirdi. Kendiliğinden Gerileme Kanser teşhisi konan bazı vak’alardan sonra tümörün küçüldüğü
ya da tamamen kaybolduğu görülmüştü. Bu sonuçta hormonal sistemin rolü
görülüyordu; belki de vücut harareti etkili olmuş. 1980’lerin başlarında Basil Stoll: ‘’Kendiliğinden
gerilemenin rapor edildiği pek çok hastada iman, dindarlık ve çok kuvvetli inançlar
ortak özelliklerdi ve moral kazandıran olaylardan sonra kanserin gidişinde
hafifleme görüldüğüne göre, kendiliğinden gerileme vakalarının bazılarında
zihni veya hissi faktörler rol oynuyordu.’’ Şifacılık Zihnin tümörler üzerinde etki yapabilmesi şaşılacak bir olay
olarak görülmemeli. Kontrollü denemelerde, siğillerin telkinle birkaç gün
içinde kayboldukları gösterilmiş olduğu gibi, köylerde siğillere karşı
‘’okuma’’ hala yaygın bir uygulama. Bir Mecaz Olarak Hastalık Susan Sontag: ‘’Kanseri yalnız öldürücü değil, aynı zamanda
yüz karası bir hastalık yapan kötü çağrışımlardan vazgeçerek herhangi bir
hastalık gibi görülüp müdahale edilmesi gerektiğinde ısrar eden Sontag kusuru
hastaya yüklediğini ileri sürdüğü psikomatik yorumu da reddediyor. BEKLENEN GELİŞMELER Hastalara kanser olduklarını söylememek bir doktor için zor
hak verilebilecek bir hata; hele gerçeği bilmek istedikleri halde
söylenmiyorsa affedilmez bir yanlış. 1979’da Lancet dergisinde çıkan araştırmaya göre;’’kanseri
reddeden hastalardan nüks olmadan yaşama ihtimali, kanseri kayıtsızlık ya da
çaresizlik ve ümitsizlik duygularıyla kabul eden hastalara göre belirgin bir
biçimde fazlaydı. British Medıcal Journal’da çıkan bir rapor, sigarayı bırakan doktorlar arasında akciğer kanserinden ölüm oranının azalmasına rağmen, kazalar, zehirlenmeler, siroz ve intihar gibi diğer ölüm sebepleri hesaba katıldığında toplam ölüm oranında fazla bir azalma olmadığını gösteriyor. Bazıları için, bundan çıkacak sonuç, sigaranın stresi çözebileceğidir. Ama bir kişinin stresini azaltan şeyin diğer biri için ‘’zehir’’ olması mümkündür. |