|
MİTOLOJİ
KİTAB-I MUKADDES VE KUR'AN-I KERİM 1.BÖLÜM: Mitoloji Nedir? Mitolojinin tarifiyle ilgili açıklamalara baktığımızda,
çoğunlukla negatif, bireyin bilinç altında varlığını sezer gibi olduğu, çok öncelerden
tanıdık, ya da ilk kez karşılaşacağı bir dünya, ılık ve yumuşak, kadifemsi
bir atmosfer ile yüz yüze gelme heyecanı içinde ümit kırıcı yansımalar
meydana gelmektedir. Mitoloji, hayali bir anlatım içine, yarı tanrıların
(muhayyel), kahramanların bir hikayesini de katan ve ilk daha doğrusu arkaik
bir zaman türüne, tarihsel zamanın ötesindeki başlangıç zamanına varıp
dayanan bir hikaye anlatım biçimidir. Mitolojik düşünce, insanın kendisi sayesinde bir değer ve
anlam kazandığı, böylece de insanın insana köle olmasını engelleyici bir güç
kuşağı oluştururken, doğayı insan için daha yaşanılır ve katlanılır kılmaya
vasıta olan hususi bir vasıta yerine geçer. Böylece mitolojiler insanlık
düşüncesi ve hayatı için bir delalet ve atıf vasıtası olurken, bizlere de
araştırılması gereken ile ulaşılması önemli olanı gösterir. Aynı zamanda,
bizatihi kendisini bırakıp başka araştırmalara geçmeye teşvik eder. Mitolojik anlatımların pek çok hususiyeti arasında
başlıcası, onun zaman içinde yerleştiği çerçevedir. Bir sonluluk ve fani oluş
damgasını sırtında taşıyan 'zaman' ve 'tarih'in dışında, çok özel bir zaman
ve tarih boyutu taşır. Ve zaten mitolojik anlatımların geçerliliği de, sözü
edilen zaman ve mekanın dışında teşekkül etmesinde yatmaktadır. Mitoloji ve zaman telakkisi mitolojilerle alakalı
incelemelerde de belirtildiği üzere mitolojilerdeki 'zaman kavramı', çok özel
bir konuma ve anlama sahiptir. Daha pratik bir ifadeyle, bu yoğun bir zaman
olup, bunun vasıtasıyla fert kendisinin sahneye çıktığını hisseder ve böylece
de o başlangıç zamanındaki kahraman olur; yani, bu dini ayin (rite), mythe'i
yeniden gerçekleştirir. Ve ona yaşama imkanı sağlar. Zamanın Tek Boyutlu Algılanışı ve Bunalımdan Çıkış Claud levi-Strauss'a paralel bir şekilde Eliade, modern
toplum mensuplarınca, haksız bir biçimi de, ibtidai, ilkel' diye nitelenen
toplumlarının da, farklı derecelerde bile olsa modern toplumun çıkmazlarına
ışık tutabilecek liyakatte, kendi içinde anlamlı ve bir bütün teşkil eden
kültür ile; bunun üzerinde yükselen bir medeniyet sahibi oldukları tezini
çeşitli vesilelerle vurgulamaya çalışır. Başka medeniyetlerin vesikalarına
başvurulmasını, miraca at eden medeniyetin kendi öz hazinesini keşfetmesinin
aracı olarak sunar. Bu tavrı ile onu, geleneğe bağlı bir batı medeniyeti
oluşturmak isterken hassaten Doğu medeniyetlerinin doktrinlerine düşmanca
tavır takınan seçkinler (elites)'den ayrı tutarız. Bir medeniyetin her bakımdan üstün olması mümkün değildir.
Zira, beAkıl ve Kalbin Uzlaşması Zorunluluğu: Düşünce hürriyeti çekici bir
kavram ise de, temelsiz ve gayeden yoksun olan, evren karşısında, şaşkın ve
yılgın yığınlar oluşturanların insanın lehine sayılmaması gerekir. Hayatı boyunca, Allah'ın mevcudiyeti karşısında hep acı ve
ızdırap çekildiğini açıkça söyleyen; bu aşkın ve bedihi hakikati aklının da
onaylayamamasını bir kıymık gibi beyninde taşıyan Dostoyevski, çağının özgün
bir çocuğu olarak gösterir kendini: 'Ben, içerisinde yaşadığımız bu çağın, bu
yüzyılın çocuğuyum; inançsızlık ve şüphe içerisinde kıvranan bir çocuğum'
der. Bir diğeri: 'çağımızın insanı ölü bir ruhtur.' şekliyle ruhlardan
silinmiş bir tanrı inancının enkazıyla işgal edilmiş bir can taşımaktadır.
İşte bütün bu çabaların önünde ve sonunda, Allah'ın kuşatıcı varlığının bir
sorunlar yumağı değil, tersine sahibi olduğumuz ve olabileceğimiz bütün üstün
kıymetlerle vasıfların, müteal zat'dan kaynaklandığı, merkez olduğu,
özellikle vurgulanmalıdır. Yine Pascal, dinin salt akli değerlere indirgenemeyeceğini,
Tanrı’yı bulmanın 'kalp'ten geçtiğini, çok kere ifade eder. Aklın yeri
tartışılmazdır. Akıl nimetinin, Allah'ın içimizde taşıdığımız bir ışığı, bir
nuru ve aydınlanma kaynağı olduğu müsellem bir durumdur. Mitolojik Düşüncenin Dini ve Fikri Boyutu: Dereceleri ya da mahiyetleri birbirinden ne kadar farklı
olursa olsun, bütün inanç yolları, temelde aynı amacı gözetirler. Öyleyse;
kutsal'ın bütün tezahürleri ortak değerler yüklüdür. Eliade'nin bu konudaki
açıklamaları son derece önemlidir: Kutsal'ın tezahür etmesinin biçim ve
vasıtaları, bir milletin ötekine, bir medeniyetten diğerine değişir. Ama,
'paradoksal-kavranılması güç' olan daima devam eder. Mitolojilerin
mevcudiyetlerini bu şekilde anlamak, şu açıklamalardan dolayı, mümkün
görünmektedir: Her şeyden önce insanın bakışlarını evrene ve kendi varoluşuna
yönelterek, bazı yorumlara girişmis, onun belli bir bilinç düzeyine; kendi
'ben'i ile, onu kuşatanın bilgisine ulaştığının bir işaretidir. Onun bu
çabası, varoluşsal bir bunalıma önceden verilmiş bir cevap mahiyetindedir. Mitoloji ve Bilimsel Düşünce: Tamamıyla fikri bir oluşum sürecinin değil de deruni bir
bütünlüğün ürünü olan mitolojilerin rolü, doğal olguları açıklamak, onları
yorumlamak değil ama tabiat üstünü yansıtacak bazı müşterekliler tespit
etmektir. Esas ve temel olana, bir düşünce, eylemiyle gerçekleşen bir geri
dönüş ile yaklaşılabilir. Bu anlamda muhtemelen denilebilecek ki, ilk felsefi
düşünceler, mitolojilerden kaynaklanırlar. Zira, sistematik düşünce sadece;
kozmogoni'nign bahsetmiş olduğu başlangıç'ı teşhis etmeye ve onu anlamaya;
dünyanın yaratılış sırrının perdesini aralamaya çalışır. Bir bakıma,
düşüncenin ürünü oldukları için bilim ile mitolojik düşünce arasında daima
bir geçiş bulunmuştur. Böylece mitolojik kültürün muhtevasında, insanlığın, sırlarını
belirlemek çok güç olan engin dünyasının tezahür ve tecellilerini
bulmaktayız. Bu durum, bizde, kokusunu aynı kaynaktan almış, fakat değişik
renkler ve biçimler taşıyan, bazen ter ü taze, bazen de solgun gülleri
koklamakta olduğumuz hissini uyandırmaktadır. Mitolojik Düşüncenin Eleştirisi: Mitolojiler öyle bir dünyaya demir atmışlar ki, beşeri ve
sosyal gerçeklikten kopmuş, ütopik bir boyuta indirgenmiş olurlar. Daha öz
bir ifadeyle, müesses dinlerin aksine, mitolojik dinlerde her şey bozulmuş ve
net olmayan seromonilere bağlanmış olduğundan, bunlar, kalıcı ve köklü,
herhangi bir fikir ve inanç dünyasına dönüşememiştir. Bu yönüyle denilebilir
ki, mitolojik düşünce modeli, insanın zaman ve mekan içinde kök salmasını
ifade eden; onun varlık ve oluş sahnesi olan tarih bilincine uzak
düşmektedir. Birey, statik ve donuk bir evren içine hapsolunmaktadır. İşte,
onun sınırlı, statik olup gelişmeye ve geniş kapsamlılığa elverişli olmaması;
bu yönüyle de, sürekli değişim ve ilerleme vetiresi içindeki insanlığa
uygulanabilir çok fazla imkan sunamamasıdır. Sonuç olarak mitolojik inanç ve tezahürler, yadırganmayacak
bir realitedir. İşte mitoloji, doğa içindeki insanın, olağan akışının
bozulduğu yerlerde, onlarda, kendi yerleri ile evrenin yerini ve manasını tesbit
etme çabası olarak karşımıza çıkar... İnsanı varoluşu bir çerçeveye
oturtabilmek için, gerek sembolleştirme, gerekse tahayyüller yoluyla, insanın
geçmiş ve geleceğini anlama endişesinin bir ifadesidir bu... Gerçek inançtan
uzak olmaya da onun bozulması nedeniyle, özellikle inanç ve bağlanma
konusunda, uluhiyet sahasına uygun düşmeyen yorum ve açıklamalara kadar
gitmiştir. Kapsadığı olumlu taraflar ile kendilerine bağlananların ihtiyacını
karşılamış olmalarına rağmen, gerçek inancın yozlaşmış bir boyutu olmasının
göstergesi olarak, ihtiva ettiği zaman, tarih ve eylem prensipleri olumsuz
karakterde olup durağan; gelişme ve ilerlemeye kapalı, açık bir medeniyet
olması imkansız bir oluşuma imkan verebilir. Evrensel bir boyuta ulaşamayıp
lokalize kalmış olmalarının sebebi de budur. Bilimsel düşünce açısından bakıldığındaysa, olguların gerçek
nedenlerini, yasaları bulup belirleme biçimindeki bilimsel çabalara bir
öncülük ettiği, en azından onları dışlamadığı söylenebilir. İKİNCİ BÖLÜM Mitoloji ve Hıristiyanlık Yüzyıllardan beri olduğu gibi hristiyanlık dünyası, büyük
bir kısmıyla halen, kendi kutsal kitaplarının, Tanrı'nın sözü ve hakikatin
bir ifadesi olduğu hususunda, şüphe taşımaz görünmektedir. Hıristiyanlığın
doğuş ve gelişme devrinde dış tesirlere maruz kalması, her din için olduğu
gibi, tabii karşılanmalıdır. Çünkü Hristiyanlıkta da, ta ilk gününden
itibaren, özellikle Yahudilik, Gnostizm (İrfaniyye) ve paganizm gibi dış
tesirlere muhatap olmuştur. Zira, peygamber İsa'nın mesajının değiştirilmesi
ve adapte edilmesi, sadece Yahudi olmayanların dini kabul etmesini
sağlamayacak, ama aynı zamanda yönetimdekilerin baskılarını azaltmalarına da
vesile olacaktır. Hıristiyanlık, dıştan gelen bu tür zorlamalara tepki
göstermek, onları kendi aydınlığında eritmek yerine, harici şartların ve
taleplerin tesiriyle içerik ve biçimde bazı değişikliklere yönelmiş: 'Ruhban
sınıf' tarafından zaten bilinçli olarak tahrif edilirken, bir de yabancı
unsurlarla karışmıştır. Yürütülmüş mücadelelere rağmen kökü kurutulamayan
'payenüştüreler' ve dinsel figürlerin hakim düzenle uzlaşma arzusunun bir
göstergesi olarak, Hristiyanlaştırılması yoluna gidilmiş, bu yolla, puta
tapıcı bir kültürün mitolojisinin canavarları öldüren çok sayıdaki kahramanı
ya da ilahları, Aziz Georges; fırtına ilahları Azize Elie ve sayısı bir hayli
kabarık olan bereket tanrıları da, Bakire Meryem veya azizeler kültürüne
dönüşmüştür. Grek kültür ortamı, İnciller üzerindeki en büyük tesirini,
İbranice yazılmış olan ilk İncil metinlerinin Grekçeye çevrilmesiyle icra
etmiştir. Çünkü Yunanlıların yapmış oldukları felsefe, Hz. İsa'nın öğretisini
bu dilde tamamıyla ifade edemezdi. Bazı şeylerin yeniden yazılması
gerekiyordu. İbranice İncil Grekçeye tercüme edilmeye başlandığında, bu
tahditler sürekli yapıldı ve İbranice'deki bütün İnciller tahrip edilmiş ve
herşey bitmişti. Hristiyanlık, azizleri tanzim etmeyi kabul ettiğinden,
çevrede hüküm süren efsane ve hurafeleri, kendi yararına göre adapte edip
benimsemiştir. Örneğin, Hristiyanlık, kendisinin tazim ettiği kendi şahsiyetlerinin
heykellerini köylülerin alıştığı mahalli küçük tanrısal şahısların yerine
ikame ediyor, bu dini yaymayı kolaylaştırıyordu. Bu yamama tavrını, Roma
İmparatorluğu-Hristiyanlık ilişkilerinde de görüyoruz. İşte bu yeni dinin
siyasi otorite ile bütünleşmesinin bir sonucu olarak da, M.S. sonra 325'te
toplanan İznik konsülü, sapkın saydıkları Ariasçuların katılmadığı şu karara
varmıştır: Roma Güneş Tanrısının tapınımı İmparatorluğun bütününde çok yaygın
olduğu için ve İmparator dünyada "Güneş Tanrısı"nın görünümü olarak
addedildiğine göre, Paolcu Kilise, "Roma Güneş Gününü" Hıristiyan
"Sabbati", Yani istirahat ve ibadet günü olarak ilan eder. Neticede, Hıristiyanlık girdiği her coğrafyada bir şeyler
alarak kendi özünü koza gibi örmüştür. Tefrik edilmesi ve tevhid akidesi ile
uzlaştırılması güç olan 'üstureler içinde kalakalmıştır. Peygamber İsa'nın da
erkenden aralarında ayrılması, tesirlere açık oluş kolaylaştırmış, böylece de
genelde şirk, özelde ise Yunan-Roma kültür unsurları ağırlıklarını fazlasıyla
hissettirmiştir. Öte yandan İznik konseyi sonucunda da ortaya 4 tane İncil
çıkmıştır. (Markos, Matta, Luka, Yuhanna) Bundan ötürü gerek iç, gerekse dış
dokusundaki gedikler sebebiyle, eldeki İnciller hakkında değişik hükümler
verilmiştir. Bu cümleden olmak üzere, İncillerdeki farklı ahlaki kavramları
değerlendiren Albert Bayet bunları genellikle inanıldığının aksine,
Hristiyanlığın tek bir kaynağı olmadığını ispat eden farklı düşüncelerin bir
yansıması olarak açıklamıştır. Hristiyanlığın aldığı en büyük dönemeçlerden birisi, daha
önce muhalifi olduğu siyasi otorite ile uzlaşması, koğuşturulup sapkınlık
olarak ilan edilirken, hükmetme ve yargılama mevkiine çıkmasıdır. Kısaca,
değiştirmek üzere geldiği statüko ile uzlaşma... Bu uzlaşmanın, şüphesiz ki siyasi neticeleri yanında,
özellikle akideyi alakadar eden önemli sonuçlar olmuştur. Bir bakıma,
Hristiyanlık sekülarize edilirken, resmi bir görünüm kazanmış, arkasına
aldığı güvence ve desteğe mukabil ise bedelci bir yolla politeist Roma'nın
kimi dinsel mitolojilerini korumuştur. Pek çok sayıdaki İncil'in ortalıkta
dolaşmasının meydana getirdiği başıboşluk ve anarşiyi sona erdirmek üzere ise
çok önemli teolojik tartışmalara da sahne olan ve bugünkü Hristiyanlığın
temellerini siyasi-yapısal bir hüviyete kavuşturan İznik konsolü (MS 325),
pek çok sayıdaki İncil'i 4'e indirmiştir. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Mitolojik Düşünce Karşısında Kur'an Mitolojik ve beşeri etkiler karşısında Kur'an metninin
kendine haslığını ve saffetliğini, katıksız ilahiliğini ortaya koymak için,
Onun gerek tarihi seyri ve bize ulaşması, gerekse içeriğindeki delaletler ve
ifadeler açısından tahlil edilmesi zorunludur. Kur'an'ın Derlenmesi: Miladi
610 tarihinde, Hz. Muhammed (sav)'e ilk vahiy geldiğinde O, insanlığı
kurtuluşa çağıran, karanlık dünyada yolları aydınlatan bir ziya ve nur
mesabesinde idi. Bu görev için seçilerek ilahi bir terbiyeden geçmiş ve
nihayet, kemal döneminde görevlerin en yücesi ile vazifelendirilmişti.
Resulullah, görevinde son derece titizdi. Vahyi telakki ederken ve de sonraki
davranışları bunu ortaya koyar. Mesela O, vahiy hali vuku bulduğunda,
bildirileni çabuk ezberleyip kalbine yerleştirmek için dilini hareket
ettiriyor. (Kıyamet, 16) Gelen vahiyleri özel katiplerine kaydettiriyor, buna
mukabil Kur'an ile karışmasın diye kendi sözlerinin kaydedilmemesini
ashabından istiyordu. Her Ramazan ayında nazil olan vahiy pasajlarını
(Kur'an'ı Kerim'i) baştan sona Cebrail'e arzediyordu. Karışıklığı önlemek
için de gelen vahyin nereye konulacağını belirtiyordu. Resulullah hayatta
olduğu müddetçe vahyin tamamlanmış olması söz konusu olamazdı. Şayet bu zaman
bitmeden derleme işine başlansaydı, karışıklıklar çıkabilirdi. Zira tertip
edilmesi halinde, araya girebilecek yeni ayetler bu tertibi değiştirebilirdi.
Bundan dolayı Peygamber (as) vefatından sonra sahabe, harpte
ve seferde iken yazılı Kur'an sahifelerini yanlarında bulundurmaktan men
edilmişlerdi. Sahifelerin düşman eline geçmesinden korkuluyor ve bu husustaki
Peygamber emrine uyuluyordu. Fakat Hz. Ebubekir zamanında Yemame savaşında birçok
'Kurra'nın şehid düşmesi derleme için bir sebep oldu. Burada hemen şunu
belirtelim ki: Kur'an'ın tam muhafaza edilebilmesi için "Kitabet"
yeterli değildi. Onu, bizzat nazil olduğu gibi duyan, Resule arz eden ve
öylece hafızalarında saklayan kimselere de büyük ihtiyaç vardı. İşte bu
yüzden Kur'an'ın toplanması (cem edilmesi), tamamen tarihin gözleri önünde
cereyan etmiş olup, gerek Zeyd İbni Samit'in düzenleyiciliğinde bütün sahabe
tarafından yürütülmesi, gerekse çok dakik ve sağlam tedbirler alınmış olması
cihetiyle son derece mükemmel bir faaliyettir. böylece Kur'an parçaları
kendisine zaten ima ve işarette bulunulan derlenmiş bir kitap, 'mushaf'
haline getirilmiştir. Kur'an tarihi bakımından bir diğer mühim olay da
Kur'an'ın çoğaltılmasıdır. Yedi harf ruhsatına dayanarak ümmet arasında
yaygın olan farklı okuyuş şekilleri, ümmetin vahdetini tehdit eder hale
gelince, birliği devam ettirmek amacına yönelik olarak Hz. Osman, Zeyd İbn
Sabit'in başkanlığındaki bir heyete, Hz. Ebubekir nüshasının çoğaltılması
görevini vermiş, sayısı 4-7 arasında olan nüshalar, gönderildikleri bölge
halkının sahih kıraatine elverişli bir biçimde, değişik beldelere
gönderilmiştir. Bu anlamda bu nüshalar Peygamber (as)'in Cebrail (as)'a
okumuş olduğu son "arz-i ahir'ede" kesinlik kazanmış olan okuyuş
şekillerinin resmileşmesini oluşturmuştur. Sonuç olarak gerek tarihi
bakımından intikali, gerekse muhtevası bakımından o tüm inançlar üzerinde bir
şahit ve ilahi son kaynak merci olarak görülmektedir. Sonuç olarak Kur'an vahyinin inmesinden peygamber dahil hiç
bir kimsenin müdahalesinin söz konusu olmadığını aşağıdaki ayet bize
bildirmektedir: "Eğer o Peygamber bazı sözler uydurup bize isnat etmeğe
kalkışsaydı muhakkak ki biz onu kuvvetle yakalar (ve ondan intikam alırdık).
Sonra da muhakkak ki, onun kalb damarını keserdik. O zaman sizden hiç kimse
O'nu koruyamaz
|