|
İSLAM
DEVLET FELSEFESİ Yazar :
Mehmet NİYAZİ Yayınevi : Ötüken Yayınevi Baskı : İstanbul / 1989 / 240 shf. I. Giriş İslam Devleti dinamik bir yapıya sahip olmasına rağmen,
tarih boyunca, İslam alimlerine göre, İslam Devletlerinde oluşan müesseseler
dinin esaslarına aitmiş gibi kabul edilmiştir. İslamiyetin temel
kaynaklarında devlet başkanıyla ilgili kayıtlar bulunmadığı halde, Maverdi'nin ileriye sürdüğü özelliklerde kendisinin bilim
seviyesinin ve yaşadığı dönemin payı olduğu gözden kaçmıştır. Gerek batılı bilim adamları, gerekse de onların yandaşları
olanlar Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer zamanında İslam devlet anlayışında
sapmaların başladığı ve İslam devlet sisteminin uygulanmasının mümkün olmadığını
söylemektedirler. (Ridde ve Nadr Bin Haccac olayları). Halbuki sapma denilen olayların dini bir vecibenin ifasından
ziyade amme intizamını sağlamak için vuku bulduğunu ve bu tür tedbirlere de
sınır konulamayacağını dolayısıyla da İslam devletinden sapmanın söz konusu
olmadığını kabul etmek gerekir. Batılı bilim adamları (Von Kramer ve Galdzieher vb...) ve
bunların yandaşları İslam devletinde kuran ve sünnetin payı yüzde birdir
diyerek Müslümanların kurdukları devletin İslamla ilgisiz olduğunu söylemektedirler;
oysa ki naslar incelendiğinde devlete ancak temel esaslar getirdikleri
insanların kaderini yöneticilerin ihtiras ve kararsızlıklarından
kurtardıkları ve aynı zamanda yöneticilere geniş alanlar bıraktıkları
görülür. Hz. Peygamberin sünnetlerinden devlet hayatında istifade edilenler
bağlayıcı olmayan (şer-i münzel) sünnetlerdir. Değişik uygulamada bulunmak,
zaruretler hasıl olunca gerekli uygulamayı yapmak caizdir. İslam'ın temel kaynaklarında amme müesseselerine dair bir
kaide yoktur. Cihanşumül bir din bir millete ve bir çağa hitap ettiğinden ve
her kültür ve her çağın müesseseleri farklı olacağından herhangi bir müessese
vaz'etmemesi tabiidir. İslam devletleri dışarıdan müessese dolayısıyla amme
hukuku kaideleri almış; ama bunların islamın devlet telakkisiyle çelişkili
olmamasına dikkat edilmiştir. Örfi hukukta İslam Hukuk'unun kaynaklarından
sayılmıştır. İslam tarihinde devlet düzeninin iyice yerleşmesi için fıkıh
ve şeriat birbirinin müteradifi olarak kullanıldı. Ayet ve hadisler asıldır,
anlam sebebi ve gayeleri gereğince fıkıh hükümleri doğmuştur. Dolayısıyla
bunların birbirinin müteradifi olarak kullanılmasında bir engel bulunmadığı
kabul edilmiştir. Muhakkak ki erbabınca bir engel yoktu; fakat bu ayrımı
yapamayanların nezdinde fıkıh literatürü mukaddes bir havaya büründü.
İslam’ın temel kaynaklarının tamamlayıcı unsuru oldu. Fıkıh uzun bir süre
geliştirilemeyince ve çağın ihtiyaçlarına göre yorumlanamayınca da doğan
boşluklar dışarıdan iktibaslarla giderilmeye çalışıldı. Bu hareket fıkhın şeriatla
aynı olduğunu kabul edenlerce dinden uzaklaşmak olarak nitelendirildi.
İktibasları savunanlarda fıkhı tenkit ederken dini tenkit durumuna düştüler.
Son dönem en büyük İslam devleti olan Osmanlılarda ise İmam-ı Azam ve diğer
büyük hukuk kodifikasyonları yapanlar gibi müçtehidler, Gazali seviyesinde
alimler yetişmemiştir, Molla Hüsrev, İbni. Kemal gibi şahsiyetler orjinal
araştırmalar yerine eskilerin nakli ile yetinmişler buda İslam dünyasında
ilmi düşüncenin gelişmesine engel olmuştur. II Devlet Felsefesi. Kaynaklar: Kuran, Hadis, sünnet, icma, kıyas-ı fukaha.
İslamiyet öncesi ve sonrası islamiyetle çatışmayan örfler, Hulefa-i
Raşidin'in uygulamaları, sorumlu devlet adamlarınm yönetimleri, dini
kitaplar, yönetime ait kitaplar vs. III İslam'da Devletin Zarureti İslamiyet’te insan tam ve temiz olarak yaratılmıştır.
(insanı en güzel şekilde yarattık ...) Bununla birlikte insan iyi ve kötü cephelere sahiptir.
Kur'an'ın nasihatları vaazlarıyla yok edemediği kötülükleri, fenalıkları yok
edebilmek için devlet otoritesine muhtaçtır. “Devlet başkanı Allah'ın
yeryüzündeki halifesidir. Sizlerden biri bir ülkeye varırda orada devlet
başkanı olmazsa, oturmasın çıksın.” IV İslam Devletinin Doğuşu Akabe Biadları ile başlar. 620 yılında 12 Medineli Müslüman
şöyle yemin ediyorlardı “gerek sıkıntı ve gerekse müzayaka ve gerekse sevinç
ve sürur halinde dinlemek ve itaat etmek başta gelir. Ve sen bizim üzerimizde
tercihe sahip olansın. Ve biz emretme yetkisi taşıyan emire itiraz ve
muhalefette bulunmayacağız. Allah yolunda bizi küçük gören ve horlayan
kimsenin ayıplamasından çekinmeyeceğiz. Allah'a hiçbir şeyi şirk
koşmayacağız. Aramızda hiçbir iftirada bulunmayacağız ve senin hiçbir iyi
hareketinde sana karşı itaatsizlik etmeyeceğiz.” Hz. Peygamber Medine'ye göç
ettiğinde siyasi ve sasyal hayata kabile anlayışı hakimdi. Her kabile ayrı
bir hukuki birlik teşkil ediyor ve kendileri dışında hiçbir otorite
tanımıyordu. (Gerek Yahudiler' de gerek Araplar arasında 6000 müşrik Arap'a
4000 Yahudi 50 Hıristiyan): Hz Peygamber sahabeleri ve diğerleri ile
görüşerek dünyanın ilk anayasası diyebileceğimiz Medine vesikasını ortak
karar olarak bir metin haline getirdi. Yapılan anayasa ile fertlerin ve
kabilelerin kendi haklarını kendilerinin koruma usulü kaldırılıyor, merkezi
bir otorite yani devlete tevdi ediliyordu. Eğer topluluklar arasında bir
anlaşmazlık çıkarsa Hz. Peygamber yetkili merci kabul ediliyordu. Anayasanın
en önemli özelliği sadece Medine şehrindeki Müslümanlara münhasır olmasıydı.
Medine'ye ilave olunan bir araziye hatta ilerde doğacak olan Büyük İslam
Devletine de tatbik olunabilecek yumuşaklıkta bir anayasa oluşturuldu.
Gelişen şartlara göre eski hükümlüleri kaldırma ihtiyacı olmadan yeni idari
kaide ve nizamlar ilave edilebilmiştir. V İslama Göre Devletin Unsurları l. İ. Ülke unsuru: İslam Hukukuna göre ülkeler müslümanların
ve gayri müslimlerin idare ve hakimiyetlerine göre Dar'ul İslam ve Dar'ul
Harp diye ikiye ayrılır. Bu tabirler Kur'an da yoktur. Hadisten çıkarılır.
Yine de Dar'ul İslam ve Dar'ul Harp'in nasıl olacağı bahsi geçen hadislerde
de tam olarak izah edilmemiştir. Bu konu İslam Hukukçularının yorumları ile
şekillenmiş ve çok farklı nitelendirilmeler ortaya çıkmıştır. İslam
Alimlerinin çoğu Dar'ul İslam'ı müslümanların emniyet içinde yaşadığı yer
olarak tarif etmiştir. Cuma ve bayram namazlarının kılınabilmesinde ölçü
almışlardır. Yinede bu hususta mezhepler arası farklı anlayışlar vardır. 2. Nüfus Unsuru: Ekseriyetin müslüman olması. 3. Hakimiyet unsuru: İslam ülkesinde bir zulmün veya milletin
iradesi değil Allah’ın iradesinin hakimiyeti esasdır. İslam ve iman Allah'ın
hakimiyetine teslim ve kabul demektir. İnkar ise küfürdür. VI. İslamda Devlet Teşkilatı Kur'an da devlet şekli veya teşkilatı hakkında herhangi bir
ayet yoktur. Böylece Kur'an ve sünnete uyan zamanın ihtiyaçlarına göre ortaya
çıkan bir devlet Şekli istenmiştir. ilk İslam Devletinde devlet başkanlığına
gelişler düşünülürse bu sonuçlar ortaya çıkar. Evvela Kur'an’ı iyi bilen
müslümanlar kral seçmediler. Bu krallık rejiminin mecbur olmadığını
gösteriyordu. Hz. Ebu Bekir Hilafete çok dar bir zümre tarafından
seçilmiştir. Bu klasik kamu hukuku açısından aristokratik bir sistem olarak
değerlendirilir. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer'i tayin etmiştir. Hz. Osman'ı ise bir şura seçmiştir. Hz. Ali ve Hz. Muaviye
dönemi halk demokrasisi niteliğini taşımak tadır. Devlet başkanlığına
gelişlerde biata riayet edildiği için İslam Devletini despotizme kapalı
olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Netice olarak denilecek şey İslam devleti
insan idrakinin anlayamayacağı ölçüde bir elastiki yapıdadır. Devlet şekli
devrin icaplarına ümmetin durumuna kültür seviyesine, siyasi şartlar
coğrafyanın ve zamanın imkan ve zaruretlerine göre belli edilir. İslaın Devletinde Müesseseler. a. Devlet Başkanı: Haricilere göre devlet başkanı seçmemek en iyisidir. İhtiyaç
duyuldukça müslümanlar toplanarak hükümet işlerini yürütebilirler. Mutezileye
göre eğer halkın içinde ihtilaf yoksa devlet başkanına da ihtiyaç yoktur. Bir
kısmı mutezile alimleri ise imam kararlaştırmanın farz olduğunu söylerler.
Ehli Sünnet, Murcie ve Şia mezhepleri imamın lüzumunu kabul ederler. Bazılarına göre bu aklen, bazılarına göre ise dinen
vaciptir. İmamın seçilmesi ve biat aktinin yapılması ümmet için farzı
kifayedir. Hal ve akt ehli imamı seçince, bütün halka için bu imam vacip
olur. Ehli Sünnete göre iyi veya facir mutlaka bir imam olmalıdır. Hz.
Peygamberin naaşı defnedilmeden önce hilafet tartışmalarının başlaması
ashabın bu husustaki hassasiyetini gösterir. İslam devletinin başkanlığı için kullanılan ünvanda birlik
yoktur. Halife, melik, imam denebileceği gibi çağımız yazarlarına göre devlet
başkanı tabiride denilebilir. Halifenin Kureyş'ten olacağı mevzuuda tartışmalıdır. İbni
Haldun, Meverdi, Muhammed El Mübarek, Gürcani ve bazı alimler Kureyş'ten
olmasının şart olmadığını söylemişlerdir.(Allah katında üstünlük ancak takva
iledir.) Devlet başkanlığına geliş yolları 3 tanedir. Seçim(Biat),
tayin veya önceden kabul(akt) ve zorla devlet başkanı olmak. a. Biat: Biat etmek için halkın tamamının biat etmesinin
şart olmayıp ehli hal ve aktin biatını yeterli görenler çoğunluktadır. Biatte
aleniyet şartı aranmıştır. Aynı zamanda seçmen şartının en az 5 olması
gerektiği ileri sürülmüştür. b. Tayin veya önceden kabul: Tayin (ve Süleyman Davut'a
mirasçı oldu) ayetinden ve Hz. Ebubekir'in ölmeden önce Hz. Cimer'in halife
olmasını istemesiyle doğmuştur. İslam devletlerinde irsiyet usulüde kaynağını
bunlardan alır. İslam hukuk doktrininde devlet başkanının birbiri ardından
sıra ile 3 kişiye veliaht tayin etmeside kabul edilmiştir. Halife sağken
ancak onun izni ile veliaht seçilebilir. Ve yeni bir halife seçimine
gidilebilir. c. Zorla devlet başkanı olmak: Kaderiyye, Hariciler ve
Mutezile mensuplarının göre işlerince zor kullanılarak devlet başkanı
olunamaz. İmam-ı Azamda bu görüştedir. Fakat isyan etmek mümkün değilse ve
isyanla muvaffak olunamayacaksa itaatte mahzur yoktur. Ehli Sünnet
Alimlerinin çoğu zorla başkanlığı ele geçirmeyi zaruret imamı adı altında ayn
bir bölümde ele almışlardır. Zaruret imamlarında ilim, adalet ve diğer
özelliklerin yokluğuna bakılmaz. İslamın temel kaynaklarında devlet
başkanları o mevkiiye nasıl geleceği belirtilmediğinden zanni şartlar altında
zorla başkan olmakta caiz görülmüştür. Fakat asıl olan ırsiyet ve seçim
usulleridir. İslama en uygun olanı ise her zaman olmamakla birlikte seçim
usulüdür. Hukuki nitelik bakımından devlet başkanlığı bir çeşit
mukavele olarak değerlendirilmiştir. Devlet Başkanlarında Aranan Şartlar. Her ne kadar islam bilginleri belli bir devlet şekli vaz edilmemesinden
amme hukuku üzerinde çok durmamışlarsa da devlet başkanlarının hangi
özelliklere sahip olması gerektiği titizlikle incelenmiş, ümmetin kaderi
devlet başkanlığı makamında bulunanın şahsiyetine sıkı sıkıya bağlı olduğu
kabul edilmiştir. Ehli Sünnet alimlerinin çoğu devlet başkanlığına fazilet ve
liyakatçe en ileri olması gerektiğini söylemişlerdir. Taftazani eftal varken
meftulün imametini ancak bazı durumlarda din ve mülk ile ilgili nasihatları
yürütmede daha kuvvetli ise kabul etmişlerdir. Harici, Mutezile, Murcie ve Şia'nın çoğunluğu eftal varken
meftulün imameti caiz değildir der. Ehli Sünnet ise meziyetlerin şartlarına
göre değişeceğini ve kimin daha iyi olduğunun bilinemeyeceğini söyler.
Maverdi seçilecek kişilerin özelliklerini şöyle sıralamıştır. a. Adaleti mutlaka b. Devlet resinde bulunması gereken vasıfları temyiz
edebilecek kadar bilgi. c. Rey ve hikmet d. Müslüman olma e. Akıl baliğ olma Halifelik(İmamet) makamındaki kimseler için şu özellikler
bulunmalıdır. a. Her yönüyle adil bir kimse olmalıdır. b. Yapacağı görevlerde içtihat edebileceği bir ilmi
olmalıdır. c. Uzuvları sağlam olmalıdır. d. Halkı sevk ve idare bilgisi olmalıdır. Cürcani imamın Haşimi olmasını, dinin bütün meselelerini
bilmesini, masum olmasını batıl şartlardan saymıştır. Ona göre böyle bir
görevde aranacak olan ne zenginlik ne züht nede takvadır. Böyle bir görev
için aranacak olan kutsal almayan ilim ve aynı zamanda fiziki kabiliyetler
ile askeri ve diplomatik maharetlerdir. Hanefiler devlet başkanının müçtehit
olmasını şart görmez. Dinin hükümlerine ve devlet idaresine vukufiyeti
yeterli görürler. İslamın temel kaynaklarında devlet başkanlarında en çok
aranan şartlar adil almak, akıllı almak, ergin olmak ve müslüman olmaktır.
Maverdi kadından devlet başkanı olamaz diye bir şey dememektedir. Bu hususta İmam Gazali'in ve Kadı Beydavi'nin dayandığı
deliller yeterli görülmemektedir.(kadının imam olmasında. İmam=devlet
başkanı) İslam hukukunda halifelik islam ümmeti üzerinde genel
tasarrufta bulunma yetkisidir. Bunun manası imamın Hz. Peygamber adına din ve
dünya işlerinde umumi riyasetidir. Hükümdar hatadan azade olmadığından aynen
diğer tebaa gibi kanuna bağlıdır. Kişilere verdikleri zararları ödemekle
mükelleftirler. Kaç Tane Devlet Başkanı Olabilir İslam devletinde birlik Hz. Peygamber, Hulefa-i Raşidin
dönemi ile Emevilerin ilk yıllar ile devam etmiştir İslamın temel kaynaklarında dünyada birtek İslam devleti
olacak diye bir kayıt bulunmadığından bu konu hukukçuların tartışmalarına
sebep olmuştur. Mesela Maverdi Abbasilerin dışında müslüman devletlerin
hükümdarlarına halifeden menşur almaları gerektiğini ileri sürüyordu. Hatta
Yıldırım Beyazıt'ın da devrin Abbasi Halifesinden menşur istediği
bilgilerimiz arasındadır. İslam dünyasında bir imam olabileceğini ileriye sürenlerin
amacı fitnelerin doğmasıyla nizamın bozulmasını önlemektir. Kopacak fitneyi önlemek için imamın birliğine dair
hadislerde birliğin bir devlette mi yoksa yeryüzünde mi olacağı lafzen
belirtilmediğinden bazı yanlış anlaşılmalar olmaktadır. Hadiste `Kim bir imama biat ederek anlaşma musafahasını
yaparsa gücü yettiğince ona itaat etsin. Bir ikincisi çıkıpta evvelkisi ile
nizaya kalkışacak olursa onun boynunu vurun. Birinci biatınıza sadık kalın,
gereğini ifa edin. Birincilere borcunuzu ödeyin" cevabını vermişşerdir.
Her iki hadiste de aynı devlet kasdedilmektedir. İki imam varsa hangisi önce
seçilmişse hak onundur. İkisi beraber seçilmişse ikisi de imam değildir.
Devlet başkanının hak ve yetkisi ulemaca şöyle formülleştirilmiştir.
"Caizde Ulül Emrin hakkı tasarrufu vardır. Şeriatın menetmediği şeyleri
menedebilir." Devletlerle ile ilgilenmiş bütün islam bilginleri imamın en
önemli görevinin adaletin tevzii olduğunda ittifak etmişlerdir. Devlet
başkanı adaletin tevzi ile bizzat meşgul olmaktan ziyade adalet tevziini
yapabilecek mekanizmayı kurmakla yükümlüdür. Zira adalet hukuk bilgisini
gerektirir. Devlet başkanı bu bilgilerden mahrum olabilir. Ebu Hanife ve diğer Iraklı hukukçulara göre Cuma imamlığı
devlet reisinin önemli görevlerinden birisidir. Kanaatlerince Cuma namazları
ancak devlet başkanının veya onun tayin edeceği birisinin hazır bulunması ile
sahih olur. Hanefilerin Cuma imamlığına hayati önem vermeleri, devlet
başkanlığı ile halkın veya tayin edilen imamla halkın bir araya gelmesini
sağlamak içindir. Devlet Teşkilatının Oluşması. Hz. Ömer devrinde islam devletinin o zamanki başkenti olan
Medine’ye mal ve para gelmeye başladığında bunların kontrol altına alınması
için Beytül Mal kuruldu. Diğer müesseselerin oluşmasıda ihtiyaçların
zorlaması ile olmuştur. Vezirlik müslümanların icadı değildir. İranlı'lardan
alınmıştır. İki türlü vezirlik vardır. Tefviz ve Tenviz Vezareti.: Vezareti Tefviz: Veliaht tayini, devlet başkanın tayin
ettiği memuru azletme ve devlet başkanlığı makamından isifa etme makamının
dışında yekilidir. Bunu için (seni vezirliğe tayin ettim sözü yetmez) Tam
yetkili kelimesi kullanmalıdır. Vezareti Tenfiz'de ise devlet başkanı tarafindan verilen bir
emri ifa söz konusudur. Vezareti Tenfizin sayısı birden fazla olabilir. Hz.
Ömer zamanında bir şura meclisi birde umumi meclis vardı. Umumi meclis ender
karşılaşılan meselelere dair toplanılan ve müslüman kabile ileri
gelenlerinden meydana gelen bir meclisti. Bu meclisin celseleri günlerce
sürer, şahıslar korkusuzca hür konuşurlardı. İslam Dünyasında ilk divanı
tesis eden Hz. Ömer’dir. Rasulullah'ın eyaletlere gönderdiği valiler kazai, idari,
askeri işlere bakar, vergilerin toplanmasını sağlarlardı. Hz. Ömer zamanında
valilik ve kadılık ayrılmış, kadılar islam hukukuna vakıf şahıslardan
seçilmiştir. Kadıları valiler tayin eder fakat hüküm vermesine karışmazlardı.
Abbasiler döneminde kadıların görev ve yetkileri genişledi. Vakıflar,
emniyet, belediye, darphane, beytül ınal müesseselerinin sorumluluğunu da
üstlendiler. Ülkeyi il, ilçe, bucak gibi birimlere ayırarak ademi merkeziyete
başvuran Hz. Ömer'dir. Ömer Bin Abdulaziz zamanında müftülük kadınında
başvurduğu yargı organını tamamlayan bir unsur olarak oluşturuldu. Ümmetin
fetva alabileceği makam olarak kurulan müftülük hukuki veya dini sorulara
cevap veriyordu. Hukuk bilgini olduğuna inanılan her müslümanın müftülük
haricinde bu işi yapabilme serbestiyeti kaldırılmamıştır. İslam devletinde
asıl olan teşkilat değil devletin göreceği vazifedir. Kitabul Haraçtan
öğrendiğimize göre memurlar Türk Atına binmeyeceklerine, ince zarif elbise
giymeyeceklerine kapılarında hizmetçi bulundurmayacaklarına söz verirlerdi. Tayin edilen kişinin mal ve mülkünün tam listesi yapılır ve
mali durumundaki artışlar kontrol edilirdi. İslam devletinde kadınlarda devlet
dışı kabul edilmemişlerdir ve görev alabilecekleri söylenmiştir. Ebu: Hanife
ve Taberiye göre kadınlar hakim olabilirler Maverdiye göre kadınlar vezirlik
yapamazlar. Hz. Peygamber devlet işlerinde gayri Müslimlerden yararlanmakta
sakınca görnıemiştir. Maverdi'ye göre yabancılar tenfiz veziri olabilir,
tefviz veziri olamazlar. VII İslam Devletinin Mahiyeti. Bir Hukuk Devleti mi? Gerek akabe biatlan, gerek Medinede ilk islam devleti
kurulurken gayrimüslimlerle yapılan anlaşma İslam devletinin hukukilik
esasına göre teşekkül ettiğini bize göstermektedir. Devlet başkanı bir yana
islamda bizzat Hz. Peygamber bile başına buyruk değildir. Sünnetin mahiyeti
gereğince bilinmediğinden Hz. Peygamberin devlet hayatındaki uygulamalarında
Hulefai Raşidin Döneminde değişiklik yapılınca bu bazılarınca sapma olarak
nitelendirilmiştir. Mesalihi ammeyi idare yolunda yapılan tasarruf ve
hükümlerin hangileri olduğu ve bağlayıcılık özelliğinin bilinmesi gerekir.
Mesela peygamberimizin “Bir kimse sahipsiz ölü bir toprağı işleyerek diriltse
o yer onundur” hadisi müctehidi izma göre efendimizin İmamü-l müslimin vasfı
ile söylediği hükümdür. Dolayısı ile peygamberimizin bu sıfatla verdiği hüküm
yaptığı işin başka ferdin yapabilmesi ancak hükümetin müsaadesiyle olabilir.
Nebi (sav) sadır olan her şey ümmeti için hukuken bağlayıcı değildir. Hz.
Ömer'in yaptığı değişikliklerde dini mahiyette olmadığından dinden sapma
olmaz. İnsan hal ve hareketlerinin çoğunu meydana getiren, ne iyi
nede kötü denemeyen fiillerdir. Kanun koyucu mübah fiilleri düzene sokmak
için her zaman müdahale edebilir. Kuran ve sünnetin meşru kıldığı bazı
hususları, kötü neticeleri önlemek için sonradan men etmişlerdir. (Mesela
ehli kitaptan kadınla evlenme ve Şam ve Irak mevkiinde arazinin 4/5 inin
gazilere dağıtımı) Sahabiler daha önce benzeri geçmemiş bazı hükümlere
hayırlıdır diyerek benimsemiştir. Kur'an-ı Kerim'in mushaf halinde toplanılması fiyatların
kontrolü ve Hz. Osman’dan itibaren Cuma için minareden okunan ilk ezanı
burada zikredebiliriz. Kuran ve sünnetten sonra islam hukukunun bir kaynağıda
icmadır. Hukukçular ancak kuran ve hadisler bir konuda hüküm getirmemişse
kuran ve hadiste yeralan ifade ve terimler çeşitli yorumlara açıklık
bırakılmışsa hukuk kaidesi istihraç etmek için icmaya başvurabilirler. İslamın temel kaynaklarına istinat eden hukukun (şeriatın)
yanı sıra genellikle kamu ile ilgili konularda olmak üzere örfi hukuk
doğmuştur. Elbette bu hukuk hakkında şeri bir hüküm bulunmayan konularda söz
konusu olabilir. Burada asıl olan unsur kamu yarandır. Devletin veya devlet başkanının görevi kanun yapmak değil,
kanuna bizzat uymak ve tebayı bizzat uydurmaktır. İslam hukuku bize aşırı bir
hukuk örneği vermektedir. Kişinin haklan ne devletin nede halife veya
hükümdarın ürünü değildir. Kuranın, sünnetin ve meri hukukun ürünüdür. Kanunlaştırma Hareketi: Kanunlaştırma Hareketini kamu hukuku
ve özel hukuk olmak üzere ikiye ayırmak gerekir. İlk kanunlaştırma hareketi
Hz. Peygamberimizin Medine'ye Hicreti ile başlamıştır. Hz. Ömer diğer
devletlerin teşkilatlarını ve bu devletlerdeki yönetimleri ve bu yönetimdeki
usulleri inceletirdi. Kabule şayan bulduklarını almaktan imtina etmezdi.
Arazi ve gümrük vergileri, devlet memurluğu, murakabe ve muhaseb hakkında
düzenleme yapan kanunları İran ve Suriye'den almıştır. Cizye'ye atıf yapan
Taberi (bunlar Ömer'in İran’ı fethettiği zamanki kanunlardır) diye yazar.
Dolayısı ile yabancı devletlerin kanunlarını ve müesseselerini almakta,
ideolojik bir mahiyet taşımadığı müddetçe mahsur görülmemiştir. Abbasiler zamanında kamu hukuku ile alakalı kitaplar
yazılmaya başlanmıştır. Kanuna ihtiyaç gösterdiği durumlarda yetkili organlar
kanun vazedebilmekteydi. Yazılan kitaplar, çıkarılan kanunlar devlet
müdahelesinden uzakta engin bir hürriyetle özel hukuku gelişmiştir. Durum böyle
olmasına rağmen hicri 3. yy'dan son islamda içtihat kapısının kapandığı
belirtilmiştir. Oysaki mezhep imamları dahil kendi görüşlerinden daha iyisine
ulaşılabileceğini söylemiş, hatta bazıları aynı mülahaza ile talebelerinin
önünü tıkamamak için derslerinde onları not almaktan menetmiştir. Bazı bilim
adamları ile içtihat kapısı kapanmamıştır. Ama o kapıdan geçecek insan
yetişmemiştir şeklinde açıklamalar yapmak zorunda kalmışlardır. Bilhassa
batılı bilginler islamiyetin Hristiyanlık gibi teokratik bir düzen
getirdiğine inanmışlardır. Oysaki din adamları sınıfı islamiyette mevcut değildir. Din
bir zümrenin hukuk anlaması ve yorulmaması için değil bütün insanlık için
nazil olmuştur. Bunun yanında devlet başkanlığı ile dini liderliğin ayrı elde
toplanacağına dair islamın temel kaynaklarında bir hüküm yoktur. Ayrıca
İslamda Hristyanlık'ta olduğu gibi dini liderlik gibi bir müessese söz
konusuda değildir. Zaman zaman Hz. Süleyman ve Hz. Muhammed'te olduğu gibi
peygamberlik ve devlet başkanlığı bir yerde toplanmış ve zaman zamanda
ayrılmışlardır. (Hz. İsmail ve Harut olayı) Kur’anda geçen bu yorumlara
dayanan islam hukukçuları, islam devlet başkanını dünyevi, uhrevi olarak
ayırmışlardır. Teokratik devlet yanılgısının bir kaynağıda sultanların
bazılarının devrin halifelerinden menşur olmalarıdır. Halbuki bunun en büyük
sebebi islam dünyasında sayısı artan devletlerin aralarında bir karışıklık
doğmasına engel olmaktır. Böylece nüfuzu korunan halifelikle islam birliği
sağlanmış oluyordu. Teokrasi iddiasının başka bir kaynağıda islam hukukunun
ilahi kaynaklı olmasıdır. Ancak daha öncede belirtildiği gibi islam devlet düzeninin
diğer devlet düzenlerinden farkı islam devletinde insanların kaderinin
yöneticilere bırakılmamasıdır. İnsanı realist olarak ele alan islamiyet zulümlerin
önüne geçmek için hukuka kaynaklık etmektedir. İnsan haklarının subjektifliği
insan iradesinin kararsızlığı düşünülürse akıl ve iradenin yegane kaynak
olamayacaklarına rahatlıkla varılır. İslamiyetin temel kaynaklan kamu hukuku
alanında geçerli olan yasalar getirmemiştir. Genel olaraktan bu hususların
düzenlenmesi yönetenlere bırakılmıştır. Temel kaynaklar incelendiğinde
hukukçulara bazı sınırlamalarda getirilmiştir. Bu sınırlamalar zina, katl,
kısas, hırsızlık, miras gib belli olan hususlardadır. İslam hukukunda insan
hayatını esas kuşatan tavsiye edilen fiillerle tavsiye edilmeyen mekruh
hareketlerdir. Mübah sayılan fikirler ise bundan daha geniş yer kaplar. İslam
hukukunda bu mübah dairesini daha geniş yapan bir hüküm de zaruretin
mahzuratı mübah kıldığı hükmüdür. VIII İslam Devletinde Hürriyetler. İslam Devletinde kişi doğuştan getirdiği esaslı ve ezeli
haklarla mücehhez olarak devletin karşısında yer alır. Devlet kişilerin refah
ve saadetlerini temin, hürriyetlerini korumak bakımından vasıtadır. Kişi suçu
ispat edilene kadar masumdur. İslamın temel kaynaklan hürriyeti tahdit
etmemiş sadece sınırlarını çizmiştir. Yeni hürriyetler söz konusu olunca
islamda yerlerinin olup olmadığının değerlendirilmesi gerekir. Çağımız
anayasa ilmine göre islamın getirdiği hürriyetleri şöyle tavsif etmek
mümkündür. Kişi güvenliği Mesken dokunulmazlığı Seyahat Hürriıyeti İnanç hürriyeti Grörüş ve düşünce hürriyeti Çalışma ve kazanma hürriyeti Mülk edinme ve yerleşme hürriyeti İslam hukukunda herhangi bir fiil kanunlarda suç olarak yer
almıyorsa faili cezalandırılamaz. Yine işlemde asıl olan hürriyetlerdir.
Yasaklar hayatta bulunanın neneline göre arizi sayılmıştır. IX. İslam Devletinin Esasları 1. Kuvvetin kanunda toplanması 2. Adalet 3. Dayanışma (Müşavere) 4. Liyakat 5. Sosyal dayanışma Cemiyet halinde yaşamanın asgari şartlarını düzenleyen
vahiyler sınırlıdır. Bunlar daha ziyade hayatı düzenleyen hukuka kaynaklık
etmektedirler. Temel kaynaklarda en çok adalet üzerinde durulmuştur. İslamda en kutsal değer. Hakkı sahibine ulaştırmaktır.
Adalet ancak kanun önünde eşitlikle mümkündür. Bu hususta Hz. Peygamber'e
bile bir ayrıcalık tanınmamıştır. İslamiyet Müslümanlarla gayrimüslimlerle
bir arada yaşamalarını ve zımmilerin hukuklarını gözetmeyi temel bir ilke
olarak kabul etmiştir. Cezai ve medeni kanunlar nazarında müslüman, zımmi
farkı yoktur. Zımmiler kendi yaşadıkları bölgelerde kendi kanunlarını
uygulamakta serbesttirler. Şayet zımmiler mecbur olmadıkları askerlik
hizmetini yaparlarsa cizyeden vazgeçilir ve kendilerine hizmetinin bedeli
ödenir. İslam ceza hukukunda suçların şahsiliği ilkesi vardır. Devlet hayatında müşavere mevzuu üzerinde de çokça
durulmuştur. İstişare sonucu varılan karara devlet başkanının veto ile karşı
gelme hakkı bulunması devir ve şartlara göre halkın tercihine bırakılmıştır. Kuranda 20 ayrı yerde namazdan sonra zekat zikredilerek
sosyal dayanışmaya verilen önem anlatılmıştır. Sadaka ve zekat aynı
prensipten doğmakla beraber fiilen ayrılmaktadırlar. Sadaka şahsi ve vicdanla
Allah arasındadır. Zekat ise mecburi karakterdedir. Vergi veya iane şeklinde
devlete veya ictimai müesseseye zekat verilmez. Zekat sadece üretken
mallardan alınır. Toprak ürünlerinden alınan zekata öşür denir. X. İslam Devletinin Diğer Devletlerle İlişkileri İslam barış anlamına gelen selamdan türemiştir. Barış islam devletinin en önemli amaçlarından birisidir. İslam telakkisine göre devletler arasındaki ilişki politik, askeri menfaatlere dayanmayıp ahde vefa ilkesini esas almaktadır. Karşı taraftaki müslümanların menfaati olsa bile yapılan ahdin bozulmasına cevaz verilmemiştir. Hz. Peygamberin “İnsanlarla Allah'tan başka ilah yoktur, demelerine kadar savaşmakla emrolundum” sözü pek çok islam hukukçusuna göre müslümanlara yapılan tecavüze karşı koymak, islam davetçilerini himaye müslümanlara yardım etmek, din hususunda düçar oldukları fitneyi izale etmek için savaş yapılmalıdır şeklinde yorumlanmıştır. Ayrıca Şafiilerin bazıları savaşın asıl amacının kafirleri öldürmek değil onları hidayete ulaştırmak olduğunu söylemiştir. |