|
DEĞER
ÖLÇÜSÜ 2 Yazar: Vehbi YILDIZ ŞÜKÜR VE HAMD Gerçek şükür nimetten ziyade, o nimeti gönderen sonsuz
kudret ve engin rahmet sahibi olan Yüce zatına ve O'na şükür etmekten aciz
olduğunu anlamak ve sadece O'na minnettar olmaktır. Nitekim Hz. Davut (as.):
‘Ya Rabbi sana nasıl şükredeyim? Halbuki şükür de Sen’den gelen bir nimettir’
diye dua ettiğinde; Cenabı Hak, ona işte şimdi (gerçek manada) bana şükrettin
diye vahyetti. Şükrün temelinde ve başlangıcında tezekkür ve tefekkür
vardır. Zira: Ancak bu hasletlere sahip olanlar gerçek şükür mertebesine
ulaşır ve teşekkür etmesini bilirler. Şükürsüzlüğün ve nankörlüğün temelinde
cehalet, gaflet ve gurur vardır. Yüce Allah'ın gerek celali ile yani adaleti
ile tecellisi olsun gerekse cemaliyle yani rahmetiyle tecellisi olsun; her
iki tecelli de bizim için nimettirler. Çünkü: Hem cemalinden korkmak ve
cemaline müştak olmak suretiyle, hem de bize ihsan ettiği nimetlerini
kesmesinden korkmak ve ikram ettiği lütuflarının devamını istemek sayesinde
mukaddes zatını tanımış, sevmiş ve O'na itaat etmekle şükürde bulunmak
lüzumunu duymuş ve kavramış oluruz. Kainat içinde en acib, en garip en zengin en güzel en şirin
en kapsamlı en harika ve en parlak hakikat rızıktır. Sonra görüyoruz ki her
şey, rızık etrafında toplanıp onu elde etmeye çalıştıkları gibi rızık dahi
bütün çeşit ve kısımlarıyla manen ve maddeten, halen ve kavlen şükür ile
ayakta duruyor. Şükür ile meydana geliyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü
gösteriyor ve şükrü gerektiriyor. Cenabı Hak kulundan bollukta şükür, darlıkta ise sabır
ister. Şayet kul, içinde bulunduğu halin muktezasına göre hareket eder ve o
halin hakkını verirse, yani bollukta şımarmadan şükür, darlıkta da
ümitsizliğe düşmeden sabrederse içinde bulunduğu halin gereğini yerine
getirmiş ve gerekli olan vazifesini ifa etmiş olur Cenabı Hakk’ın kullarından
şükür istemesi, haşa buna ihtiyacı olduğundan değildir. Çünkü, O'nun hiçbir
şeye ihtiyacı yoktur. Fakat kulların şükretmeye ihtiyaçları vardır. Çünkü:
Yaptıkları şükrün karşılığı, mükafat ve sevap olarak yine kendilerine dönecek
ve yine kendilerine fayda sağlayacaktır. Nitekim rivayette vardır ki Cennete
ilk çağrılanlar her halükarda Yüce Allah'a çok hamdeden kimseler olacaktır.
Özellikle Muhammed (sav.) ümmeti ki, onlara çok hamdeden ve çok şükreden
manasında HAMMADUN denilmiştir. Lezzetli bir nimeti yiyen bir kimse eğer şükrederse; o
yediği nimet o şükür vasıtasıyla onun vücudunda bir nur olur ve ahirette
kendisine bir cennet meyvesi haline dönüşür. Verdiği lezzet ile de Yüce
Mevla'nın rahmetinin iltifatı ve ikramının eseri olduğunu düşünmekle büyük ve
sürekli bir lezzet ve bir zevk alır. Eğer şükretmezse, o geçici olan zeval
ile bir elem ve bir teessür bırakır ve meyvenin kendisi de kazurat olur. Ve
elmas kıymetindeki o nimet, şükürsüzlükte kömüre dönüşür. TEVBE VE İSTİĞFAR Tevbe, insanın maddi-manevi kirlerden yani günahlardan
tiksinip, rahatsız olması ve onlardan temizlenme çarelerini araştırması
demektir. Yapılan bir tevbenin kabul edilmesi için, işlenen günah ve kul
hakkına taalluk etmiyorsa üç şart vardır. A-Yapılan kötülüğü bırakıp ondan vazgeçmek. B-İşlediği kötülüğe karşı üzülerek pişman olmak. C-O kötülüğü bir daha işlememeye azmedip kat'i kararını
vermektir. Hatasını anlamayan veya anlamazlıktan gelen ve bağışlanmayı
istemeyen kimsenin hali, sinekten kaçıp yılanın ağzına giren adamın haline
benzer. Şeytanın büyük ve aldatıcı vesveselerinden birisi insana kaçıp
yılanın ağzına giren adamın haline benzer. Şeytanın büyük ve aldatıcı
vesveselerinden birisi insana kusurunu itiraf ettirmektir. Ta, insana
istiğfar ve istiaze kapısını kapatsın. Hatasız kul olmayacağına göre;
çarelerini araştırmak, nefsi şımartan ve kişiyi günaha sokan hususlardan
kaçınmaya çalışmaktır. Rasulullah (sav.) geçmiş ve gelecek bütün günahları mağfiret
olunmuş ve mukaddes ruhu mukaddes cismi ile birlikte pak ve temiz kılınmış
olduğu halde günde bazen yetmiş, bazen yüz defa tevbe ederdi. Hasılı, maddi
ve manevi her türlü pişmanlıktan kurtulmanın yegane çaresi, fiili ve hali bir
pişmanlık ve istiğfardır. Ve insanımız ancak böyle bir tevbe ve istiğfarla,
dört gözle beklenilen kurtarıcı nesil derece ve ünvanın günahlarının
çokluğundan dolayı ümitsizliğe düşen ve bunun derdini çeken ve bir kurtuluş
çaresini arayan birine hep ‘tevbe ve istiğfar et’ diye öğüt verirmiş. O
kimsede: ‘Sen bana durmadan tevbe ve istiğfar et diyorsun. Bu tevbe ve
istiğfar ne zamana kadar sürecek?’ diye sormuş. Hz. Ali (kav.) şöyle cevap
vermiş: ‘İşlediğin günahları tümüyle terk edinceye kadar’. Evet, Yüce
Mevla’mızın engin rahmetinden hiçbir zaman ümitsizliğe düşmemek,
perişanlıktan kurtulmanın çareyi yeganesidir. AHİRET AKİDESİ Kur'an-ı Kerim de, değişik ayetlerle konuya temas
edilmiştir. ‘Gizlilerin (ortaya dökülüp) yoklanacağı gün, onun (insanın) ne
bir gücü ne de bir yardımcısı olmaz’. (Tarik 9-10) ‘(O zaman) insanın yapıp öne sürdüğü yapmayıp geri bıraktığı
her şey kendisine haber verilecektir’. (Kıyame, 13) ‘Her can ne, (yapıp) öne
sürdüğünü ve ne de yapmayıp, geride bıraktığını bilir.’ sırrınca, ahiret
alemi gizli-açık, küçük-büyük, seyyie-hasene, riya-ihlas, isyan-itaat,
küfür-iman ve her türlü fikir kanaat ve amellerin ortaya dökülüp saçılacağı
bir alemdir.’ Evet zikredilen bu ayet-i kerimeler hayatlarını istikamet
çizgisinde geçirenlere ne kadar hoş, lezzetli, şaşaalı ve huzurlu bir
Cennet’in hazırlandığını göstermektedir. Yukarıdan beri zikredilen ayetlerden anlaşılıyor ki, beşerin
en mühim meselesi cehennem zindanlarından kurtulmak ve cennet saraylarına
girmektir. Öyleyse bir insan için en büyük dava imanlı ölmek davasıdır. Zira:
ayet ve Hadislerin bahsettikleri korkunç hallerden kurtulmanın ve saadet dolu
bir hayata kavuşmanın yegane çaresi, kamil bir imana sahip olarak ruhunu Yüce
Rahman’a teslim etmektir. KAZAYA RIZA VE KADERE TESLİMİYET Evet bir çekirdek kendisine dercedilen programları ile,
sonradan maddi şekliyle ortaya çıkacak olan ve irade ve tekvinle alakalı
emirlerin ünvanı olan Kitab-ı Mübin’den açıkça haber verdiği gibi; nazari
olarak da ilahi ilmin ve emrin ünvanı olan’ İmam-ı Mübin’den haber veriyor
ki, bu da daha sonra, ağacın, hayatı boyunca geçireceği tavırlar, şekiller,
hareketler, tesbihatlar ve ibadetlerdir. Yaratıldıktan sonra her şeyin
yazıldığına delil ise bütün meyveler ve hafızalardır ki, bir ağacın hayatıyla
alakalı geçireceği bütün şekiller ve keyfiyetler onun meyvesinde ve meyvenin
kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılmaktadır. Nitekim insanın hafızasında
da başından geçmiş olaylar yazılıyor ve kaydediliyor. Kainatı yaratan Hz. Allah tohumun çatlamasından bahara,
yavruların doğuşundan yıldız ve galaksilerin doğuşuna kadar her şeyde ihatalı
ilmiyle bir plan, bir ölçü ve bir program tespit etmiş ve bir kader ve bir
miktar tayin ve tespit etmiştir. Öyle ki o gündür-bu gündür dünyanın dört bir
yanında ilim adamları ve araştırmacılar kainatta konulan nizamı, ahengi ve
takdiri, doğru olarak anlamaya ve onu sağlam bir şekilde anlatmaya çalışmış
ve hala çalışmaktadır. Hem öyle bir nizam takdir tespit edilmiş ki tefekkür
ve ibret nazarıyla, dikkat ve merakla bakıldığında her bir hadise ve eşyaya
doğrudan doğruya veya dolayısıyla yüzlerce hikmet ve maslahatı gözler önüne
sermekte ve kader ve kaza sahibi olan Yüce Yaratıcı’yı ilan etmektedir. Allah
kulunu serbest bırakarak emretmiş ve korkutarak nehyetmiştir. İnsan da
bunları dikkate alarak veya almayarak dilediği şekilde hareket eder. Fakat
işi başarması imkanlara ve sebeplere bağlıdır. İşte bu imkanlardan
faydalanarak iş görmesi kulun fiilidir ve bu itibarla da kul kendi fiilinin
faili ve sahibidir. Ama gerek o imkanları gerekse o fiili yaratan Yüce
Allah'tır. İşte insan, iradesini ve tercihini hayırlı veya şerli fiilleri
yapmasına göre itaatkar veya isyankar muamelesi görür. Çünkü insanın işlediği
ihtiyari bir fiilde o fiili talebeden ve kesbeden yani cüz’i iradesini o
fiilde sarf eden kendisidir. Dolayısıyla da o insan fail ve kasib ünvanı
alır. O fiilin meydana gelmesi pek çok sebebin ve imkanın bulunmasına ve
bunların da var olması, Cenab-ı Hakk'ın irade ve kudretiyle olduğuna göre de,
fiilin halıkı Hz. Allah'tır. Allah'ın icraatında ve infazında kesinlikle zulüm yoktur.
O'nun mukaddes infazında ve icraatında ya adalet veya rahmet vardır. Nadiren
adaletini yani hak edenlere cezasını gösterse bile; ekseriyetle rahmetiyle
muamele yapmaktadır. İşte Yüce Mevla’sını böyle bilen bir kimse, elbette ki
telaşlanmaz. Kendisi iradesiyle sebep olmadığı hususlarda başına gelen
şeylerde rahmet, şefkat ve nimet yönünü araştırır. Böylece rahat eder ve
sefalar dolusu bir hat sürdürür. Mesela gözlerimizi aldı; sabredersek ahirette
çok sağlam iki göz verecektir. Sıhhatimizi aldı, belki daha hayırlı bir
sıhhat verecektir. Mesela evladımızı aldı, belki daha hayırlı bir evlat
verecektir. Veya bizi dünyadan iyice soğutup kendisine ve ahiret
bağlayacaktır. Ama kaza ve kaderi tenkit edersek, hem arzumuza nail olmayız
hem de bu güzelim neticelerden de mahrum kalırız. Hoştur bana senden gelen; Ya gonca gül, yahut diken, Y Hıl'at-ü yahut kefen. Narın da hoş, nurun da hoş, Kahrın da hoş, lutfun da hoş. İHSAN VE MURAKABE ‘İhsan senin Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi kulluk
yapmandır. Çünkü: Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor. ‘Demek mesele
inanmakla bitmiyor. Asıl mesele inanmak ve inandığını güzelce yaşamak ve
sağlam bir şekilde yapmaktır ki bu, bir taraftan ihsan ve murakabenin kendisi,
diğer taraftan da ihsan ve murakabe şuurunu neticesinde hasıl olan salih ve
halis amellerin ifadesidir. Buna göre: İhsan ve murakabe hasletlerinin
gerçekleşmesi için en azından büyük günahları terk etmek ve belli başlı
farzları yerine getirmek şarttır. Ancak şunu da bilmek gerekir ki, Güneş kayıtsız nuru ve
maddesiz aksi itibariyle insana gözbebeğinden bile daha yakın olduğu halde,
insan madde ile bağlı olduğundan Güneş’ten gayet uzaktır ve güneşe yaklaşmak
ve ondan tam istifade etmek için çok kayıtlardan soyunup pek çok mertebeleri
geçmesi gerekir. Adeta manen yer kadar büyüdükten ve Kamer gibi yükseldikten
sonra, ancak doğrudan doğruya Güneş’in asli ve gölgesiz olan mertebesine
yanaşabilir ve onunla perdesiz görüşebilir. Aynen bunun gibi celal, cemal,
kemal, azamet ve kibriya sahibi olan Yüce Allah da, insana ve herşeye sıfat
ve isimlerinin tecellisiyle ve icraatıyla gayet yakındır. Fakat gerek insan
ve gerekse sair şuurlu ruhlar O'ndan uzaktırlar; ancak cismaniyeti,
hayvaniyeti ve nefsaniyeti bırakıp, kalb ve ruhun hayat derecesine çıkan
Enbiya, Asfiya, Evliya ve kutublar gibi mübarek zatlar ve bütün latifelerini
Yüce Rıdvan hedefine doğru ve istikamet çizgisinde inkişaf ve tenevvür
ettiren nurani simalar, kalplerinin kuvveti, aşk’larının yüceliği,
latifelerinin nuraniyeti ve hislerinin hüşyarlığıyla Yüce Allah'ın yüksek
huzuruna çıkar, en azından kalb gözleriyle Cemalullah'la müşerref olur. O
huzurun neşredip ihsan ettiği feyiz, lütuf ve hidayet hediyelerini alır ve
ondan tam istifade ederler. Evet, ihsanın semeresi, ‘ihlas’ olup, bütün söz
ve davranışlarda Allah için olmaktır. Gerçek manada sadece Allah'tan korkmak
ve Allah'ı sevmektir. Allah'tan istemek ve Allah'a sığınmaktır. İhsan ve murakabe şuuruna yükselmenin çaresi: 1-Her şeyden önce cehalet, gaflet, gurur, fesat, fısk ve
fücur bataklığından kurtulmak, marifet, tefekkür, basiret ve itaat sahiline
çıkmaktır. 2-İmanın gereklerini dereceye yükseltmek. 3-İhsan ve murakabe şuuruna sahip olan fertlerin teşkil
ettiği bir cemaat içerisinde hayat sürdürmek ve bütün hayatı onlarla
paylaşmaktır. 4.İmanın esaslarını ilmin projektörleri altında anlatan
eserleri dikkatle ve merakla okumak. TEVEKKÜL VE İLTİCA Tevekkül, kazaya rızaya ve kadere teslimiyeti ihtiva eder.
Yani başa gelen hadiselere karşı hem kabullenme, hem de dayanma, dişini sıkma
ve tatlanma vardır. Bir nefer askerlik haysiyetiyle başındaki büyük kumandanına
intisab ve istinad ettiğinden, sanki arkasında yardımcı olarak bir ordu ve
bir ihtiyat kuvveti varmış gibi kendi şahsi kuvvetçiğinden binlerce defa daha
ziyade manevi bir kuvvete ve desteğe sahip olur. Bir manevi kuvveti ve çok
büyük bir kuvvetin kaynağını bulmuşçasına sağlam bir morali ve kalıcı bir
iktidarı kazanmış olur. İşte o nefer bu intisab ve bağlılıkla tek başına bir
düşman paşasını esir, bir şehri tehcir ve bir kaleyi teshir edebilir. Ve
yaptığı bu icraatı da gayet harika olur. Sevgiliden gelen her şey sevimlidir, hoştur ve güzeldir. Hem
şunu bilmek gerektir ki, O Yüce Mevla'nın huzurunda hiç yoktan telaşa
kapılmak ve ümitsiz olmak o huzurun edebine aykırıdır. Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete ram ol. Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol. Allah Rasülünün (sav.) gösterdiği gerçek tevekkül: Bir sefer
dönüşünde Rasulullah (sav.) bir ağacın gölgesinde istirahat ederken Gavres
adında cesur bir düşman askeri gizlice yanına kadar sokularak ve kılıcını
sıyırarak ‘Şimdi seni elimden kim kurtarabilir?’ diye bağırınca; Rasul-i
Ekrem (sav.) gayet soğuk kanlılıkla ‘Allah...Allah...Allah...’ diye üç defa
haykırmış, sonrada ‘Allahım dilediğin şeyle buna karşı bana kafi gel.’ diye
dua etmiş ve adeta sahip olduğu tam tevekkülü ile kurtulacağını ifade
etmiştir. Ve gerçekten de öyle olmuştur. Çünkü: Böylesine bir tevekkül ve
iltica neticesinde o cesur askerin elindeki kılıç düşer, ayağının bağı
çözülür ve oracıkta yıkılıp diz üstü çöker ve hakkında verilecek olan
bağışlanma ve serbest bırakılma kararını ve hükmünü boynu bükük bir vaziyette
beklemeye başlar. İRADE VE İSTİKAMET İnsan, iradesiyle ya imanı, tevhidi, hidayeti, istikameti,
hatrı, ıslahı, ihsanı, takvayı, tevazuu, marifeti, izzeti ve ahireti tercih
edecek; bu durumda Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve keremiyle ahirette güzelliklere
ve Allah’ın rıza ve likasına kavuşacak veya inkarı şirki, dalaleti, inhirafı,
şerri, ifsadı, günahı, kibir ve gururu, dünya ve fani lezzetleri, zillet ve
meskenet yolunu seçecek ve neticede ebedi şekavet ve sonsuz hüsrana mahkum
edilecektir. Nimetlerin en büyüğü bizi Cenab-ı Hakk’a ulaştıracak olan
yolun gösterilmesi ve ona hidayet edilişimizdir. Gerçi Allah’a götüren pek
çok yol vardır. Fakat bu yolların içinde en kısa en geniş ve en selametli
olanı Kur’an’ın, peygamberlerin, sıddıkların ve salihlerin yolu olan Sırat-ı
Müstakim’dir ki, her gün namazda kırk defa ‘Ey Rabbimiz! Bizi, dosdoğru olan
yola hidayet eyle’ dua ve niyazında bulunuyoruz. İrade insanı ve istikamet kahramanı olan kimse sık sık oruç
tutar. Zira: İrade hakimiyetinin iki basamağı mide hakimiyeti ve uyku
hakimiyetidir. Evet, yeterince yiyen ve yeterince uyuyan ve bununla yetinen
yani yemesine ve uykusuna sınır koyabilen kimse diğer hususlara karşı da
iradesine rahatlıkla hakim olur ve ömrünün sonuna kadar müstakim bir hayat
sürdürür. ÇALIŞMAK VE GAYRET GÖSTERMEK Beyhaki hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir Çalış, çalış ki beka, sa’y olursa hak edilir. Hadisde: ‘Hiçbir Müslüman yoktur ki, bir ağaç diksin, yahut
ekin eksin ve mahsulünden herhangi bir kuş, insan veya hayvan yesin de (o
ektiği ya da diktiğinden) kendisi için bir sadaka (ecri) olmasın’. Bu hadisden de anlaşılıyor ki: ‘Çalışma boşa gitmez. Yeter
ki insan, çalışmasının semeresini peşin görmeye kalkmasın. Müslümanın
çalışması ibadetdir ve insan başkalarını çalışmasıyla hakkı olarak
mükafatlanmaz. İnsan, hakkı olarak ancak çalıştığıyla karşılık görür ve ancak
çalışmasının karşılığını hak olarak iddia edebilir. Çalışmayıp boş oturmakda zahmet ve sıkıntı vardır. İşsizler
sürekli ömürlerinden şikayet etmekte, vaktin geçmesi için eğlence yollarına
baş vurmakta ve bununla vaktin çabuk geçmesini istemektedirler. Çalışana
gelince; o, hayatından memnundur. Yapması gereken lüzumlu işlerin
farkındadır. Onun için de ömrünün geçmesini istemez. İşte, birbirine zıt olan
bu iki hali büyüklerimiz veciz bir şekilde ne güzel ifade etmişlerdir: ‘Rahat
zahmetde, zahmet rahattadır’. İLİM VE HİKMET Evet, ilim tefekkür ve hikmet mesleği daha üstündür. Çünkü
gerçek ilim ve hikmet insanı kurtarıyor. Tarikat ve şeyhlik ise velayet
mertebelerini kazandırıyor. Bir kişinin imanını kurtarmak ise o mü’mini
velayet mertebesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü: İman
sahibine ebedi saadeti tekeffül edip, kazandırdığı için ahirette yeryüzü
genişliğinde baki bir saltanat tekeffül etmiş oluyor. ZİKİR VE TESBİH Bir Hadis-i Kudsi’de Yüce Allah şöyle buyuruyor: ‘Ben,
kulumun bana olan zannına göreyim ve beni andığı zaman da ben onun
beraberindeyim. Beni tek başına anarsa, ben de onu tek başıma anarım. Şayet
beni bir toplulukta anarsa, ben de onu daha hayırlı bir toplulukta (melekler
ve mukaddes ruhlar arasında) anarım. Bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın
yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Ve bana
yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim’. Bir kimse nasıl yaşarsa, öyle ölür. Nasıl ölürse öyle
haşrolunur ve ahirette ona göre bir muamele görür. ahirette bizim için en mühim
husus, Yüce Allah’ın bizi rahmetiyle anması ve bize mağfiretiyle muamele
etmesidir. Bunu yüzde doksan garanti etmenin çaresi ise hayat boyunca dili
Zikrullah ile sürekli ıslak, taze tutmak ve bedeni Yüce Allah’ı hatırlatacak
amel ve hizmetlerde kullanmaktır. Gerek dili, gerekse bedeniyle sürekli
Zikrullah merkezi etrafında hayat sürdürenlerin akibeti elbette ki aynı
minval ve hal üzere şu fani dünyadan baki aleme göç etmek olacaktır. HUŞU VE TEVAZU Dünyada huşu ve ahirette huşu olmak üzere iki türlü huşu
vardır. Dünyadaki huşu, iman kuvvetine, marifet şuuruna ve irade sağlamlığına
bağlı olup, dünyada sevimliliği ve saygınlığı ve ahirette de mükafatı pek
fazladır. Ahiretdeki huşu ise zoraki ve mecburi olup, sıkıntıdan, telaşdan ve
heyecandan ibaret olan huşudur. Namazda huşu: Namaz kılmak aslında bütün hayatın huşu
şeklinde özetlenmesi demektir. Ayrıca namazın özeti ve yüce dergahdaki
geçerliliği de o namazın huşu içerisinde eda edilmesidir. Namazını huşu
içerisinde kılmayan kimse, namaz kılarken bile Allah’dan uzaklaşan ve zamanla
aslını ve yaradılış gayesini unutmaya maruz kalması ve Yüce Allah’a karşı
tazimden tamamen mahrum kalması muhtemel olan kimsedir. Kibir, insanın maddi-manevi refah ve saadeti için ne kadar
zararlı ve menfur bir haslet ise, kibrin tam zıddı olan tevazu da o nisbette
faydalı ve o derecede sevimli bir hasletdir. Kibir ve tevezunun neticeleri
itibarıyla mahiyetleri şundan anlaşılır ki: İblis, Allah’ın emrine karşı
kibirlendiği için, Yüce Rahmet’le irtibatı kesildi ve Yüce Dergah’dan
ebediyyen kovuldu. Adem (as.) ise haddini bildiği, itaatdeki sırrı anlaması
ve suçunu itiraf edip, tevazu yolunu seçtiği için afvedildi ve Cenab-ı
Hakk’ın en sevgili kulları arasına girdi. BASİRET VE FİRASET İmansız bir basiretin ve firasetin ciddiliği ve devamlılığı
düşünülemeyeceği gibi, tamamen basiretsiz ve tamamen firasetsiz bir iman da
düşünülemez. Zira: Kapkaranlık bir ortamda maddi göz, bir şeyi bütün
incelikleriyle göremediği gibi, küfür ve sapıklık karanlığında bulunan bir
kalb gözü de bir işe yaramaz ve hiçbir hakikati de göremez. Kalb gözü açık
olan kişi, iman ve İslamiyet’e girer ve hemen etrafını iman nuruyla
aydınlatıp çevresini görmeye başlar. Evet, her mü’min, iman ve iz’anının
mertebesine göre basiret ve firaset ehlidir. Nitekim sahabeden birisinin gözüne bir kadın ilişmişti. Az
sonra Hz. Osman’ın yanına geldiğinde. Hz. Osman ona: ‘Sizden birisi yanıma
zina eseri gözlerinde belirgin olduğu halde giriyor’ dedi. Kendisine
‘Rasulullah (sav.)’dan sonra (sana) vahiy mi geldi?’ diye sorulduğunda da:
‘Hayır! Vahiy gelmedi. Fakat bu basiret, burhan ve doğru bir firasetdir’ diye
cevap verdi. HAVF VE RECA Hz. Aişe bize şunu naklediyor: ‘Rasulullah (sav.)’a dedim
ki: ‘Verdiklerini Rab’lerinin huzuruna dönecekleri diye kalbleri korkuyla
ürpererek verirler’ mealindeki ayetden murat, hırsızlık yapan, zina eden ve
içki içen midir?’ Rasulullah (sav.) şöyle buyurdu: ‘Hayır! O değildir. Fakat
o kişidir ki, oruç tutar, namaz kılar, sadaka verir. Fakat yaptığı
ibadetlerin kabul olmamasından korkar. Diğer taraftan da ‘Kim iman ve
insitabla oruç tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır’ buyurmakta ve bununla
reca ile kurtuluş kapısını göstermekte ve bizi devamlı ümitli yaşamaya teşvik
etmektedir. Hasılı, ibadet ve takvayı ihmal ettirecek şekilde recaya ve
ümitsizliğe sevkedecek şekilde de korkuya kalbinde yer vermek gerçek ehl-i
imanın şiarı olamaz ve böyle bir tutum, ona asla yakışmaz. EDEB VE HAYA Bir Hadis-i Kudsi’de şöyle buyuruluyor: ‘Ey İsa! Önce kendi
nefsine öğüt ver; eğer nefsin yola gelirse, o takdirde insanlara öğüt ver.
Değilse, benden utan’. Evet, haya her yerde geçerli ve lüzumludur. Hayasız
insan daima başkalarının ıslahı ve terbiyesiyle uğraştığı halde, kendini
ihmal eder. İbnü’l-Mübarek şöyle diyor: Ademoğluyla hayvan arasındaki fark edebdir. Gözünü aç da bak cümle Kelamullaha, Kur’an’ın bütün ayetlerinin manası edebden ibarettir. HİLM VE RIFK Hilm ile rıfk birbirini tamamlayan ve birbirini
güzelleştiren iki kelimedir. Hilm’in yani akıllı ve sabırlı olmanın sonu rıfk
ve mülayemetle biterse, o hilm güzeldir. Aynı zamanda rıfk ve mülayemet bir
za’fdan ve acizlikden olmayıp, hilmin ve sabrın bir maslahatı ve bir faydayı
ummanın eseri olursa, o rıfk güzel ve sevimlidir. Bir hadis-i Şerif’de: ‘Hiçbir şeyin, hiçbir şeyle beraber
olması ve beraber mütalaa edilmeleri, hilmin ilimle beraber olması kadar
zinetli ve güzel, sevimli ve hoş değildir ve olamaz da’ buyurulmaktadır.
Talim ve terbiye işiyle uğraşan ve hayatlarını bu kudsi hizmete vakfedenler
hilme ve rifkate son derece önem vermek zorundadırlar. Onların gerek
davranışları, gerekse sözleri hep rifkat ve mülayemet kokmalı ve
muhatablarına, hep kavl-i leyyinle hitap etmeli ve hıl-u safh ile muamelede
bulunmalıdırlar. Aksi takdirde sözleri yabana, gayretleri de boşa gider ve senelerce
uğraşsalar da çevrelerinde bir sempati toplayamazlar. Neticede şu fani
dünyadan fani eserleriyle birlikte fani olurlar ve kısa bir zamanda unutulur
giderler. İZZET VE HAYSİYYET Zikrullah ve infak izzetin kalbi ve ruhu hükmünde iseler;
ilim, şuur ve basiretde izzetin aklı mesabesindedir. Hasılı, izzet ilimle
kaimdir. İlimsiz izzet, zamanla zedelenir ve zillete dönüşebilir. Her türlü şeref ve izzet Allah’a, Rasulü’ne ve kamil
mü’minlere layık olduğu gibi, her türlü zillet, hakaret, rezalet, sefahet de
ehl-i küfre ve ehl-i nifaka aittir. Ve onlar buna gayet layık ve tam
müstehakdırlar. Zaten zillet ve iman hiçbir zaman bir mü’mini kalbinde bir
arada bulunamaz ve bir mü’mine kendini Allah’dan başka ve O’nun izni ve
rızası dışında herhangi bir şey için zillete düşürmesi asla yakışmaz ve caiz
de değildir. GÜZEL AHLAK (İSLAM AHLAKI) İslam dini hiç şüphesiz, güzel ahlakdan ibaret olan bir
dindir. İslam dininin va’zettiği, te’sis ettiği ve emir buyurduğu güzel
ahlakdan maksat, insanların ahiretde iğneden ipliğe kadar herşeyden sorguya
çekilecekleri bir günde mahçub olmamaları, pişmanlık duymamaları ve yüksek
dereceler kazanmalarıdır. İslam’a göre güzel ahlakın esas kaynağı dindir, vahiydir.
Yani hidayet kaynağı olan Kur’an-ı Kerim ve fazilet güneşi olan Rasul-ü
Ekrem’dir. Kur’an-ı Kerim’e ve Sünnet-i Seniyye’ye göre güzel ahlakın yegane
kaynağı Cenab-ı Hakk’ın yüce zatı, O’nun azamet ve kibriyası ile O’na karşı
kalblerde ve vicdanlarda duyulan Ma’rifetullah ve Muhabbetullahdır. İşte
bundan dolayıdır ki, bir mü’min Yüce Yaratıcı’yı tanıması ve O’nu sevmesi
derecesinde Kur’an’ın düsturlarını ve Sünnet’in prensiplerini tatbik eder ve
zamanla güzel ahlaklı kamil bir insan olur. Güzel ahlakın önemini ve faziletini şundan anlamalı ki, Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de Hz. Muhammed’in şerafet ve kerametini, fazilet ve keremini medh-ü sena ederken: ‘Şüphesiz ki sen, en büyük ahlak üzeresin’ buyurmakta ve bununla hem O’nu (sav.) övmekte, hem O’nu (sav.) tanıtmakta, hem de bizim O’nun (sav.) Sünnet-i Seniyye’sine ittiba etmek suretiyle O’nun (sav.) güzel ve mükemmel ahlakıyla ahlaklanmamızı emir buyurmakta ve bu hususta bizleri irşad etmektedir. Evet Rasul-ü Ekrem’in bütün hayatı, siretleri, davranışları, icraat ve eserleri O’nun pek büyük, pek güzel ve pek şerefli bir ahlak sahibi olduğuna şehadet ediyorlar. Hatta düşmanları bile O’nun ahlakça pek yüksekliğinden dolayı kendisine ‘Muhammedü’l-Emin’ lakabını veriyorlar. |