|
HEDEFE
YÜRÜRKEN Yazar : R. Şükrü APUHAN
Yayınevi : Timaş Yayınları Baskı : İstanbul / 1995 / 280 shf. “Gıybet, alçakların otladığı bir otlaktır.” Birinci Bölüm: Atlar ve Sinekler Dünya çapında büyük adam olmak dünya çapında sorumluluk
duymakla mümkündür. Darwin’in eseri fırtınalara sebep oldu. Fakat o eserini
ihtiyatlı bir yaklaşımla kaleme almıştı. Kitabının sonraki basılışlarında
şöyle der: “Bazen bir konuyu yıllarca inceledikten sonra gayet delice
bir doktrine varan, sonra da bu doktrinin doğruluğuna hem kendilerini hem de
başkalarını inandırmaya çalışan bazı insanları düşünüyorum da kendimin de bu
manyaklardan birisi olmamdan korkuyorum.” Böyle bir insan olmak için kendisi bir katkıda bulunmadı. Fakat
sonraki yıllarda bilhassa Allah’sız bir cemiyet peşinde koşan yarım akıllı
bir çok yarım aydın O’nu “O manyaklardan biri haline getirdiler.” Darwin’in ilmi çalışmaları için gösterdiği çalışma, yaptığı
araştırmalar, katlandığı zorluklar, bugün bize araştırmaları sonunda vardığı
neticeden daha doğru ve güzel şeyler söylüyorlar. Darwin’in teorilerinin yanlışlığı bugün tamamen ispat
edilmiştir. Bu ispatı yapanlar da din adamlarından çok ilim adamları
olmuştur. “Bir gün bir ağacın kurumuş kabuğunu gördüm. Orada iki tane
hiç rastlamadığım böcek buldum. Derhal birini bir elimle, diğerini de diğer
elimle yakaladım. Fakat tam o sırada başka bir cinsten seyrek rastlanır
üçüncü bir böcek daha gördüm. Bu böceği kaybedemezdim. Onu yakalayabilmek
için hemen sağ elimdeki böceği ağzıma attım. Fakat böcek dilimi soktu. Dilim
yanmaya başladı. Çaresiz böceği tükürdüm. Hem o kayboldu. Hem ağacın
üzerindeki üçüncü böcek kaçtı.” Şu üç şey: irade, çalışma ve başarı, bizim bütün hayatımızı
kaplar. İrade, parlak ve mesut bir mesleğin kapılarını açar. Çalışma, eşiği
atlayıp ilerlememize yardım eder. Yolculuğun sonunda erişeceğimiz başarı da
bütün gayretlerimizi mükafatlandırır. “Allah” inancı, her esere can veriyor, her eseri “büyük”
yapıyor. Büyük eseri idrak etmek için büyük olmak gerekir. Büyük dinleyiciler
olmasaydı büyük bestekarlar olmayacaktı. Charles François Gounod en önemli eserinin adını “Ölüm ve
Hayat” koymuştu. Ölümü hayattan önce düşünmesinin sebebini soranlara şu
cevabı veriyordu: “-Ölüm hayat denilen hayal devresinin sonu olabilir ama o
gerçek hayatın başlangıcı, ruhun ölümsüz hayatının başlangıcı demektir.” Bir öğleden sonra masasında çalışırken başı öne düştü.
Ölmüştü. Karısı hemen ev halkını susturdu. ‘Aman’ dedi: “-Rahatsız etmeyin.
Ölüm hayatın başlangıcı demişti. Beethoven yenilik peşinde koşmasını kıyasıya eleştirenlere
karşı şöyle diyordu: “-Bir kaç sineğin ısırması, yarışı kazanmaya azmetmiş
bir atı durduramaz.” 1685-1750 yılları arasında yaşayan ünlü besteci Johann
Sebastian Bach, Avrupa’da büyük besteciler devrinin başlangıcı olarak kabul
edilmektedir. Bach şöyle diyordu: “Allah herşeyi bir ahenk içinde
yaratmıştır. O’nun kulu Bach da eserlerini aynı esasa göre vermelidir. Onun
için müzikte armoni önemlidir. Bach’a göre müziğin gayesi şudur: “Müziğin tek gayesi
Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaktır. Dinine bağlı herhangi bir kimse çok
çalışırsa en az benim kadar başarılı olabilir.” “Allah’a bağlanan kimseler çok çalışmalıdır. İnsan,
yeryüzünde çok çalışmazsa Allah’ın huzuruna rahat çıkamaz. Çok çalışmak ne
demektir? Çok çalışmak ağır yükü yerden kaldırıp omuzlara almaktır. Allah’a
dolu omuzlarla gidilmelidir.” İkinci Bölüm: İnsanlar ve Fırınları İnsanı insan eden huzur değil, gayrettir. Kolaylık değil,
güçlüktür. İyi bir gemici en iyi tecrübesini fırtınalar ve dalgalar arasında
elde eder. Cesaret, güven ve yüksek disiplin ruhu böyle kazanır. Dikkatsiz bir insan için Rus atasözü şöyle der: “Ormanda
yürür de yakılacak ağaç göremez.” tünelini yapan Sir Isambard Brunor küçük
bir gemi kurdunun hareketlerinden ilham almıştır. Sir Brunor bu küçücük
mahlukun iyi teçhiz edilmiş başıyla tahtayı önce bir istikamette kemirerek
tünel açtığını, tünel tamamlanınca da bunun çatısı ile yan duvarlarını bir
nevi vernikle nasıl cilaladığını görmüş. İşte kurdun bu hareketini büyük
ölçüde kopya edince Sir Brunor, Thames üzerindeki büyük eserini meydana
getirmiştir. Günde boş harcanan saatlerden sadece bir tanesinden
faydalanmasını bilse alelalde kabiliyetteki bir insan bile bilgilerden birine
tamamen hakim olabilir. Zamanın meyve vermeden geçip gitmesine müsaade
edilmemelidir. Mason Good Londra da hastalarını ziyarete giderken araba
içinde Lucretius’u tercüme etti. Dr. Burney müzik dersi vermek için at
sırtında bir öğrencinin evinden öteki öğrencinin evine gittiği sırada
Fransızca öğrenmiştir. Robert Southey diyor ki: “Hastalığa karar vermiş olanlar için tedavi yoktur. Görevini
yapan hiç kimse dünyanın sıkıntılarından şikayet etmez. Sıhhati, elleri,
gözleri ve zamanı olan öğrenim görmüş bir insan amacına ulaşamamışsa,
Allah’ın verdiği bu nimetlere layık olamamış demektir.” Üçüncü Bölüm: Son Ders Hastalıkların bile birer öğretmen, birer vaiz olduğu
hayatta, hiçbir şeyin hiç kimsenin öğretmenliğini küçümsemeyin. Nietzche için
hastalık, ruhun sporuydu. Stefan Zweigh için hastalığın ızdırabı bilgiçliğin
kapısıydı. Said Nursi için hastalık, karanlık bir dönem değil, herşeyin daha
iyi görülmesini sağlayan bir aydınlıktı. O’na göre hastalık bile insanın
emrindeydi. Çünkü düşünceyi doğuruyor, fazlalıklardan arındırıyor, ufku
berraklaştırıyor, hata ve günahlara karşı pişmanlığı harekete geçiriyordu. Browning’in dediği gibi nefsi ile savaşmayan adam değerli
bir adam değildir. İnsan en büyük zaferleri kendisi ile savaşa tutuştuğunda
kazanabilir. Kalbinizle ve işinizle Allah’a dayanın. Bunun adı duadır.
Büyük piyanist Pederewski, tükenmez enerjisini şöyle açıklamıştı:: “Duadan
önce sadece çıraktım. Ben dua ile ustalaştım.” Demek işinizde bir duadır.
İşinize verdiğiniz önem, onu en iyi şekilde yapmak için göstereceğiniz gayret
ve temiz bir kalple Allah’tan neticeyi istemek duadır. Duasız bir adam
olmayın. Nasrettin Hoca’ya gelen bir adam der ki: -Hocam haftalardır gözüm ağrıyor, kan çanağı haline geldi.
Bana bir ilaç tavsiye edin… Nasrettin Hocanın tavsiyesi şu olur: -Bir parmak karasakız alıp gözüne koy hemen iyi olur. Adam tereddüt etmeden hocanın tavsiyesine uyar akşam
yatarken gözüne bir parmak karasakız koyar, sabah kalkınca da güç bela
sökmeye çalışır. Bir de ne görsün? Gözünün biri hemen hemen hiç görmüyor.
İlaç diye gözüne koyduğu karasakız gözünü iyice berbat etmiş. Bütün öfke ve hışmıyla hocaya koşup çıkışır: -Tavsiyenizi yerine getirdim hoca efendi… Ama gözüm büsbütün
kör oldu. Hoca fütursuz ve kaygısız: -Acayip! der. Benim parmağım ağrımıştı da karasakız sarmıştım,
iyi olmuştu. Karasakız ilaç derler, demek kimine iyi gelir kimine gelmez. Para karasakız gibidir. Onu elinde tutarsan iyi gelir. İlaç
olur ama kalbine koyarsan kalp gözünü kör eder. Maneviyatı göremez olursun. Demek paranın yeri eldir, ceptir, kesedir, kasadır ama gönül
değildir. Parayı iç alemine koyan adam onun kölesi olur. Parayı elinde tutan
adam ona efendi olur. Hepimiz gönlümüzdekinin kölesiyiz. Sinan Paşa “Aşk bir incidir her denizde bulunmaz.” der. “Aşk bir incidir ki her kulakta salınmaz. Aşk bir nurdur her
gözde görünmez. Aşk bir huzurdur, her derunda bulunmaz. Aşk bir zevktir onun
da başka bir dili var aşk bir şevktir onun da ayrı ehli var. Bülbülleri
şakıtan, dolapları inleten, aşktır. Gülleri açtıran, gül yüzleri ortaya
çıkaran aşktır. Her başın bir sevdası var. Her dehanın Allah’tan bir lezzeti
var. İlahi! Her mevcudun nuru senden. Her mümkünün zuhuru senden.
Her zikredenin zikrettiği sensin… Her şükredenin şükrettiği sensin. İnsanı insan yapan bu aşktır. Bu idraktir…Kendini idrak eden
kendine aşık olmaz. İnciler taşıyan denizler “para” diye dalgalanmaz. Dördüncü Bölüm: Çekirge ve Adam Mahir İz Hoca… O’nun ilk dersinin konuları hep aynıdır: Besmele ve İstiklal
Marşı. Öğrencilerinden Mustafa Uzun, imamlık görevinden ilk maaşını
aldığında Mahir İz Hoca maaşının yüzde iki buçuğunu hemen ayırttırır. “Zekat
vereceksin.” der. Mustafa Uzun: “Aman hocam… Zekat için bir ölçü var” deyince
şu cevabı alır: “-Bir sürü muhtaç insan var. Onların ölçü beklemeye tahammülü
yok. O’nun, öğrencilerinden Mustafa Öz’e yazdığı mektuptaki şu
ikazının manasını çözebilenler herhalde ok gibi yerlerinden fırlayacaklar ve
bu ikazın gereğini yerine getireceklerdir: “Kabiliyet ve liyakat sahiplerinin
kalabalık arasında kaybolmalarını istemem. İnsanoğlu, toplumda layık olduğu
mevkide bulunmazsa ve buna yöneticiler sebep oluyorsa bu bir zulümdür. Eğer
layık kişi, hakkını aramakta, layık olduğu mevkiye gelmekte yeterli çabayı
göstermekle ihmalkar davranırsa zalimin yardımcısıdır. Mahir İz Hoca’ya sorulur, “-Hocam, siz elli altmış yetmiş sene evvelini dün gibi
söylüyorsunuz! Nasıl oluyor bu iş? Cevap bir “hafıza dersi’dir. “-Oğlum biz Osmanlı ilk mektebine gittik. Bize ilk gün yolda
nasıl yürünür, bunun kaidesini öğrettiler. Göz ayağın ucunda olacak yolda
yürürken! Gözümüz hep ayağımızın ucundaydı. Hep önümüze bakardık. Sizler
boyuna etrafınıza bakıyorsunuz…Ona bak şuna bak…Sizde hafıza olmaz. Günahı
göz işlerse de belasını gönül çeker. Gözler bakar, gönül rahatsız olur ve
hafıza zayıflar. Abdülaziz Bekkine Hazretleri: “Dünyada herşeyin bir ölçüsü tartısı vardır. Sevginin
tartısı da fedakarlıktır. Fedakarlık yapmayanların sevgisine inanılmaz.” “Bir tas süt içine iğne ucu kadar bir pislik konsa o süt
içilmez, dökülür. Herhangi bir hal ve hareket de iğne ucu kadar küçük görünse
de bütün ibadetlerimizin ve inancımızın bozulmasına sebeb olabilir.” diyordu.
Söze, “Ben Vaniköy’de oturuyordum.” Diye başlıyor Fatih
Gökmen: “-Mehmet Akif’de Beylerbeyi’nde. Bir gün öğle yemeğini bende
yemeği kararlaştırmıştık. Öğleden bir saat evvel bana gelecekti. O gün öyle
boralı yağmurlu bir hava oldu ki her taraf sel kesildi. Merhum yürümeyi
severdi. Havanın bu haliyle karadan gelemeyeceğini tabii gördüm. Miaddan
biraz evvelki vapurda çıkmadı. Diğer vapur bir buçuk saat sonra gelecekti.
Yakın komşularımdan birine gittim. Vapur gelmeden döneceğimi de hizmetçiye
söyledim. Yağmur devam ediyordu. Vaktimde evime döndüm. Bir de ne işiteyim!
Akif, bu arada sırılsıklam bir halde gelmiş, beni evde bulamayınca hizmetçi
ne kadar ısrar ettiyse de durmamış. “Selam söyle” demiş, o yağmurda dönmüş
gitmiş. Ertesi gün kendisini gördüm. Vaziyeti anlatarak özür dilemek istedim.
Dinlemedi. “ Bir söz ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse
mazur görülebilir.”dedi. Benimle tam altı ay dargın kaldı Emin Erişirgil “Bir gün Akif evine çok canı sıkkın gelmişti”
diye anlatır “Arkadaşının kızı Süheyla hanım amca dediği Akif’in derdini
belki anlarım umuduyla yanına geldi. O’nu konuşturmaya çalışıyordu. Nihayet
O, derdini anlattı: -Halide Edip Hanım beni görmek ve İstiklal Marşından dolayı
tebrik eylemek istemiştir. Halbuki evvelki akşam tekke odasına gelen bir
takım adamlar bu hanım aleyhine bir sürü laflar söylediler de onları
susturmak vazifem iken yapamadım. Şimdi ben ahlakça o hanımın çok altında bir
mevkiye düştüm. O bana gelipte ‘ne güzel yazmışsınız’ deyince ne cevap
vereceğim? Akif, günlerce bundan ızdırap çekti durdu. Hasan Basri Çantay’ın Akif’le ilgili bir çok hatırasından
biri şöyle: “Hiç unutmam; bir akşam bizi Ankara’da evine çay içmeye
çağırmıştı. Biz gitmek üzereyken O koşa koşa geldi. Dedi ki: “-Akşam çayını sizde içeceğiz.” Ben tabi memnun oldum. Fakat
bunun sebebini de anlamak isterdim. Sordum gülerek: -Bizim odanın kilimini bir fakire vermişler, dedi. O odadaki mefruşatı zaten o tek kilimden ibaretti, ve o tek
kilimi bir fakire veren ta kendisiydi..Bir milletin kaç ferdinin kalbli
milletine hizmet için atıyorsa, milletin kalbi o kadar güçlenir. Çünkü
milletlerin kalbi fertlerin kalbine dağılmıştır. Geçmiş, bütün eser ve zaferleriyle “Yapmam gerekir” diyen
insanların inşa ettiği bir yapıdır. Geleceği de “Yapmam gerekir” diyenler
kuracaktır. “Bundan ben sorumluyum. Bunu benim başarmam gerekir. Bunu
benden başka yapacak kimse yok” diyenlerin bıraktığı zafer ve medeniyet abidelerinin
ortasında yaşayanların “Ben birşey yapamam. Sorumluluk bana ait değildir.”
diye düşünmeleri insan için ayıp, millet için tehlikelidir. “Kazığa çakılmayı göze alamayanlar inançlarını zihinlere
çakamazlar.” Beşinci Bölüm: Veren Eller İhtiyaç sahiplerini görmemezliğe geldiğimiz anlar Allah’a
bir yabancı gibi davrandığımız anlardır. Hani biz Allah’ı bilirdik, O’nu tanırdık, O’nu işitirdik? Ya bu yabancı halimiz nedir? İsterken coşkun, verirken asık suratlı mı olmalıyız? Zaruretin kapısında inleyenler gözyaşları içinde “Allah’ım
yardım vaadetmiştin… Rızkımızı göndereceğini söylemiştin” derler. Rızıkları gasbedenler, mallarını üstüste yığanlar çirkin iş
yapıyorlar. “Çok kadının kulağındaki küpe aslında muhtaçların birer damla
gözyaşıdır.” Bağışlayacağın zaman, Allah için bağışla. Çünkü Allah için
ne verirsen geri alırsın. Bingöl de bir zekat verme-alma sahnesinin şahitleri
gördüklerini bize şöyle naklettiler: Zekatını verecek mümin, zekatını vereceği müminin evine
gitti ve O’na dedi ki: “-Öyle hasta vardır ki şifası bir sağlıklı kişide emanettir.
Öyle darda olan kişi vardır ki ferahlığı bir bollukta olan kişide emanetti.
Allah, emanetleri vermemizi buyuruyor. Seninde bizde bir miktar emanetin
vardı. Emanetini getirdik kardeşim. Nasip eden Allah'a hamd olsun... Buyrunuz
emanetiniz…” Ve emaneti alandan vakar içinde bir dua… Bir şükran… Hepsi o
kadar. Rabbim, rızkını gaspetmeyenlere bak! Rabbim, cömertlere bak. Emanetine ihanet etmeyenlere bak. İnsan yediği içtiği ile değil yedirip içirdiği ile
giydikleriyle değil giydirdikleriyle insan olur ve büyür. Bizi güzel yapan
güzel gösteren kendi üstümüzdekiler değil, başkalarının üstüne
verdiklerimizdir. Gerçek görüntümüz başkalarındaki görüntümüzdür. Bugün aydınlattığımız, yüzünü güldürdüğümüz her insan, yarın
yine bizim yolumuza bir ışık hüzmesi gibi dökülecek, O’nun bugün ki tebessümü
yarın bize canlı bir gülüş olacak. “Bizim yolumuz İsa gibi göklere doğrudur. Bu dünya ise
baştan başa eşeklerin otlağıdır.” diyor Nasır-ı Hüsrev. Kim dünya hayatın da kendisi için güzel olan şeylerden
başkası içinde harcarsa, gerçek dünyada o harcadıklarıyla safa sürecektir. Cimri, malının eksilmesinden korkar. Cimri, Allah’a itimatsızlık gösteren adamdır. “Allah’a itimatsızlık gösterme” gibi tüyler ürpertici,
boğazları kurutan, vücutları titreten bir çirkinliği süs gibi taşıyan kimi
adamların “iman davası” gütmesi de herhalde zamanımızın özelliklerinden
biridir. Altıncı Bölüm: Büyük Karargah Prof. Dr. İbrahim Canan şöyle anlatır: “Ailenin onsekiz yaşındaki oğlu son derece dindardı. Buna
hayret etmiştik. Bir vesile ile babasına sordum: -Diyelim ki siz bellli bir yaştan sonra araştırarak Müslüman
oldunuz. Sizin dindarlığınız normal. Ama bu genci, Fransa gibi bir ülkede bu
kadar sağlam bir İslami çizgide nasıl yetiştirdiniz? Fransız babanın İbrahim Canan’a verdiği cevap ailenin
önemini ve burada yapılacak eğitimin bütün ilmi temellerini özetler
mahiyettedir. “-Allah’ın çocuklara verdiği fıtrattan istifade ettik.” Erkeğin bozuk olduğu birçok aile kadının sağlamlığı
sebebiyle hayatını sürdürebilmektedir ama kadının bozulduğu bir ailenin
ayakta kalması mümkün değildir. Yedinci Bölüm: Bir İtalyanla Sohbet Eiseley’in dünya tanımı şöyleydi: “Dünya öyle bir yer ki
burada bir örümcek bile sürekli yatıp uyumaya karşı çıkar ve bir yıldıza ağ
kurmak gerekse bile bunu yapma yolunda ölebilir.” İlim, Allah’ın sırlarını ve O’nun koyduğu kanunları keşfetme
sanatıdır. Bu sanatın sanatkarına öyle muhtacız, öyle hasretiz ki. Herbert Read “Her sanat insanın güç bir işte kudretini seve
seve harcamasıyla başlar.” Diyor. Kudretinizi seve seve harcayacaksınız. “Yoruldun, dinlen”
diyenlere Victor Hugo’nun cevabını tekrarlayacaksınız: “Dinlenmek için önümde bir ebediyet var.” Ana rahmindeki çocuğa bu dünyanın güzelliklerinden ne kadar
bahsetseniz boştur. O, dünyanın bir zindan olduğunu iddia edip duracaktır. “Koyunlar ne kadar yem yemiş olduklarını çobanlarına gidip
göstermezler ama yedikleri yemi iyice sindirdikten sonra süt ve yün yaparlar.
Sen de bilgisizlere özlü düşünceler sayıp dökme. İyice sindirmişsen bunlara
davranışlarınla görün.” Sekizinci Bölüm: İmamların Kürsüsünden İmam-ı Azam Ebu Hanife… Asıl adı Numan. Miladi 699'da doğdu. İlimde, edebiyatta, hikmette ve ilmini yaşamakta “aşılması
mümkün olmayan” bir denizdi. Yolda giderken karşısından gelen bir adamın öteki tarafa
geçtiğini görünce sordu: -Neden beni görünce yolun karşısına geçtin? Adam utandı. -Size olan borcumu hala ödeyemedim. Sizinle karşı karşıya
gelmekten utanıyorum. Ebu Hanife üzüldü. Şu karşılığı verdi: -Şu andan itibaren borcunu vermiş kabul ettim. Beni her
gördüğünde seni rahatsız ettiğim için hakkını helal et. İmam-ı Malik… Yaşının ilerlemesine rağmen Medine’de asla binek kullanmadı: “-Resulullah’ın bulunduğu bir şehirde hayvana binip
ayaklarımı sallaya sallaya gitmekten utanıyorum. Buna cesaret edemem.” İmam-ı Şafi… “Cimri bir adam, mal toplamaya karşı nasıl hırs duyarsa, ben
de ilme karşı öyle alaka duyuyorum” diyen imam. “-ilim öğrenilen değil,
yaşanandır. Yaşanmayan ilim, geçmeyen para gibidir. Sahibine gerçekte faydası
olmaz.” İmam-ı Ahmet Bin Hanbel… Ak sakallı bir ihtiyarken bile elinde kalem ilim
meclislerinde bilgi devşirdi. Halindeki güzelliği, ibadetlerindeki yüceliği övenlere şöyle
demektedir: “-Sonuna bak!” Ve dua: “Ya Rab… Sonumu hayreyle. Son nefesimde imanımı yar eyle!” |