Stockholm' den başladığımız yolculuğumuzun başında motorumuz bozulunca rotamızı değiştirip teknemizi Adriyatiğin en kuzeyine taşıttırmış ve yelkenle güneye doğru inmeye başlamıştık. Adriyatik denizinin Güneyinde yakalandığımız fırtına bizi kusar gibi Yunanistan'a atmıştı. Böylelikle 3 hafta süren Adriyatik maceramız bitti ve İyon denizine vardık. Adriyatiği Kuzeyinden Güneyine yelkenle geçmiştik. Motorumuz hala bozuktu, ama fırtınaları geride bıraktığımızı düşünüyor ve sakin denizlerde rahatça seyir yapmayı umuyorduk. Ancak yine herzamanki gibi hesaplarımız yanlış çıktı: İyon denizinin 'gökgürültülü' fırtınalarını ve Ege'nin meşhur 'meltemi' sini hesaba katmamıştık. Adriyatik ile Akdeniz arasında kalan küçük bir su kütlesi olmasına rağmen, tarihsel ve iklimsel nedenler dolayısıyla başlı başına bir 'deniz' dir. Adriyatiğe göre çok daha ılıman bir iklime sahip olan İyon denizi, Yunanistan'ın batı sahillerindeki İyon adalarını da kapsar. İyon denizi ile Akdenizin sınırı oldukça belirsizdir. Yunan anakarasının güney ucunda, İyon denizi Akdeniz ve Ege denizi ile birleşir. İyon denizinin rüzgarları da Akdenizden farklıdır. Yaz boyunca genelde kuzey-kuzey batı rüzgarları eser. Bu yönden Adriyatiği andırır, ama diğer yandan Akdenizle karışan sularıyla iki denizin ortak çocuğu gibidir. Korfu adasında Yunanistan' a Batı ve Kuzeybatıdan gelen teknelerin hemen hepsinin ilk uğrak yeri Korfu (Kerkira) adasıdır. İtalya' dan Yunanistan' a en kısa yol Korfu adasından geçer. Adriyatikten gelirken de ilk durak Korfu' dur. Oldukça merkezi bir konuma sahip olan bu ada 1864 yılına kadar İngiliz kolonisiymiş. Bu yüzden ada halkının çoğu iyi İngilizce konuşuyor. Uzun yıllar önce turizme açılan ve diğer Yunan adalarından oldukça farklı olan Korfu, düzenliliği, yeşilliği ve kibar halkıyla dikkat çekiyor. Aslında galiba biraz kendilerini Yunanlılardan ayırıyorlar. Gittiğimiz bir halk tipi tavernadaki "halk şarkıları" bile Yunan folkloründen çok İtalyan folklorünü çağrıstırıyordu. Diğer Yunan adalarında halkın turistlerden bezmiş bir havası vardır. Turizme ilk açılan adalardan biri olmasına rağmen Korfu'da bunu görmedik. Tersine alışılmışın dışında bir kibarlıkla yaklaşıyorlardı turistlere. Adriyatik ile İyon denizinin birleştiği noktada yer alan Korfu adası, bol yağış aldığı için yemyeşil. Yatlara bedava su verilen tek Yunan adası Korfu. 14. yüzyılda Venedik kolonisi olan adada hüküm sürmüş bütün medeniyetlerin bıraktığı eserleri görmek mümkün. Tarihi eserler ve evler çok iyi korunmuş. Günümüzde hemen tüm gelirini turizmden sağlayan ada halkı halinden pek memnun gözüküyor. Korfu'nun balıkçı barınağında 3 gün kaldık , ve bu süre içinde kimse bizden para istemedi. Yunanistan'a giriş işlemlerimizi de birkaç dakika içinde hallettik. Türk pasaportu taşımama rağmen hiçbir zorluk çıkarmadılar. Bürokrasi ve gümrük işlemleri konusunda en büyük zorlukları Türkiye'de yaşayacaktık. Türkiye'ye giriş yapan yatçılar bilirler ülkemizdeki formalitelerin çokluğunu. Hatta bu ''transit log'' işlemleri için özel şirketler hizmet vermektedir. Uzun süredir özlemini çektigimiz sosyal ortama da Korfu'da kavuştuk. Limandaki diğer yatçılarla sohbetler ettik, maceralarımızı anlattık, maceralar dinledik. Bizim gibi uzun yoldan gelen yat yoktu. Genelde Avrupalı yatçılar teknelerini kışın Yunanistan'da bırakıyorlar ve yazın tatilde yelken yapmaya geliyorlar. İşlerinden emekli olmuş bazı yatçılar da yılın büyük kısmını teknelerinde geçiriyorlar. Yol boyunca böyle birçok emekli çifte rastladık. Zaten 3 ay boyunca tanıştığımız bütün yatçıların yaş ortalaması 50 civarındaydı. O yaşa kadar biriktirdikleri para ile büyük teknelere sahip olmuşlardı, ama yine de daha genç olup, bizimki gibi küçücük bir tekneyle yelken yapmanın özlemini çektiklerini ifade ediyorlardı. Korfu'nun hemen 7 mil güneyindeki Paxos ve Anti-Paxos adalarını izleyerek, İyon denizinden güneye doğru yolumuza devam ettik. Ama ilk gün yine şanssızdık. Paxos adasının ışıkları görülmeye başladığında zaten çok hafif olan rüzgar tamamen kesildi. Bütün gün ancak 7-8 mil yol alabilmiştik. Paxos adasındaki bir köyün yaklaşık 1 mil açığında, köydeki tavernadan gelen müzik ve yemek kokularını duyarak, sabaha kadar beklemek zorunda kaldık. Riitta ve Yunus uyudular, ama ben gelip geçen teknelere karşı nöbet tutmak zorunda olduğumdan hiç uyuyamadım. Fırtınalı bir havada bütün gece dümen tutmak, sabaha kadar rüzgar beklemekten daha kolay bir iş. İkisini de yaptığım için biliyorum…İşsiz güçsüz, ışıksız ve uykusuz sabahı etmek insanı çok yoruyor. Neyse ki ertesi sabah hafif bir meltem çıktı da, köyün yanındaki koya demirleyip birkaç saat uyuyabildim. Birkaç gün rüzgarsız denizde yavaş seyir yaptıktan sonra, kuvvetli bir kuzey rüzgarıyla Levkas kanalına girdik. Levkas, Yunanistan'ın batı sahilinde, Preveze'nin hemen altında oldukça büyük bir yarımada. M.Ö. 7. yüzyılda, Roma'lılar döneminde anakarayı yarımadadan ayıran bir kanal açılmış ve günümüze kadar çeşitli değişikliklerle bu kanal denizcileri yarımadanın etrafını dolaşma zahmetinden kurtarmış. Kanalın kuzey ucundaki Santa Maura kalesi 1300'lerden bu yana Venediklilere ve Osmanlılara üs olmuş. Yaklaşık 3 mil uzunluğundaki kanalın kuzey ucundan girip, ortalarda yer alan Levkas kentine vardığımızda hava kararmıştı. Biz de marina olarak kullanılan rıhtım yerine, kanal kıyısına baştankara demirledik ve 2 gün burada kaldık. Böylelikle marina ücretinden de kurtulmuş olduk. Levkas hem charter turizminin hem de yat turizminin merkezlerinden biri. Kentin limanında yüzlerce irili ufaklı yat var ve kent nüfusunun yarısını turistler oluşturuyor. Levkas' da motoru da tamir ettirmeye çalıştıysak da pek başaramadık. Motor çalışmaya başlayınca soğutma devresinden su giriyordu. Su kanallarında delik varmış. Çok acil durumlarda birkaç dakika çalıştıracak duruma getirdik motoru. Ama motoru her çalıştırışta yağını tamamen değiştirmek gerekiyordu. Yine de, bu haliyle bile çok işimize yaradı motor. Örneğin Levkas kanalının güney ucundan çıkarken rüzgar birden ters esmeye başladı. Zaten çok dar olan kanalda tramola atmamız münkün değildi. Zorunlu olarak motoru çalıştırdım ve kendimizi güç bela kanaldan dışarı attık. Motorun içi tamamen su doldu; bütün suyu çekip yağını yenilemek zorunda kaldım. Albin motorlarının ölüsü bile çalışır derler, doğruymuş… Levkas kanalının güney ucundan çıkıp güneye doğru yelken açtıktan sonraki birkaç gün rüzgarsızlıktan fazla yol alamadık. Etrafımızdaki yüksek İyon adaları kuzey rüzgarına geçit vermiyordu. Ama sonunda kuvvetli bir kuzeybatı rüzgarı çıktı ve Patras körfezinin girişine doğru hızla yol almaya başladık. Rüzgarın ters esmesi nedeniyle, çok istediğimiz halde Odysseus' un memleketi olan Ithaka adasına uğrayamadık. Ithaka' nın 5 mil kadar doğusundan geçerken rüzgar iyice şiddetlendi, yelkenleri küçültmek zorunda kaldım. İnsan bu sularda seyir yaparken Odysseus' u düşünmeden edemiyor. Etrafı seyrederken, hava durumunu kollarken hep bu bilinen ilk gezginin maceraları geliyor insanın aklına. Ithaka' ya gitmek isteyip gidemeyince Odyssea' nın başlarındaki olayı hatırladım. Odysseus da bütün gemileri ile Ithaka' ya çok yaklaşmışken ters bir rüzgarla kendisini Afrika sahillerinde bulmuştu… Biz o kadar uzağa gitmedik, ama bakalım Ithaka'yı ne zaman görebileceğiz bir daha. Odysseus gibi 20 yıl sonra mı? Hava kararıyordu, rüzgar 5-6 şiddetinde esiyordu ve Patras' a daha çok yolumuz vardı. Bir an önce, körfezin girişindeki Oxus adasına sığınmaya kara verdik. Üzerinde hiç bir yerleşimin bulunmadığı bu küçük ve sarp adada sığınacak küçücük bir koy vardı. O koya girince uğuldayan rüzgar kesildi ve rahatça demirledik. Koyda bir balık çiftliği vardı. Çalışanları kaçak Arnavut işçileriydi. Bize midye ikram ettiler. Oxus (öküz) adası da bana Odysseus' un, 'güneş tanrısının öküzlerinin bulunduğu adadaki' macerasını hatırlattı. Tayfaların hepsi yasak olan öküzleri yedikleri için ölmüşlerdi. Umarım bu midyeler yasak değildir.. Ertesi gün rüzgarın hızı hafiflemişti, ama yine kuzeybatıdan esiyordu. Rüzgarı arkamıza alarak Patras körfezine girdik. Akşam üstü, Mora (Peloponnesus) yarımadasının kuzeyinde yer alan Patras kentinin limanına çok yaklaşmıştık ki gökyüzü birden karadı ve Patras körfezinin meşhur gökgürültülü fırtınalarından biri patladı. Rüzgar bu sefer limandan esiyordu. Bu körfezin iklimi kendine özgü; ne İyon denizine benziyor ne de Egeye. Hem Mora yarımadasında hem de Yunan anakarasında yeralan yüksek dağlar, Patras ve Korint körfezlerinde ani fırtınalara neden oluyor. Gökyüzü birden kararıyor ve şimşekler çakmaya, yıldırımlar düşmeye başlıyor. Böyle bir fırtınada rüzgara karşı gitmek çok zordu. Yine de büyük çabalar sonucu, sırılsıklam ıslanarak sahile kadar yanaşmayı başardık ve bir kere daha motora su dolmasını göze alarak, Albin' imizi çalıştırmak suretiyle Patras Limanına girebildik. Gökgürültüleri ve hırçın dalgalar arasında kamarada Yunus'u zaptetmeye çalışan Riitta' nın sinirleri iyice yıpranmıştı artık. Patras' da birkaç gün dinlenmeye karar verdik. 2 aydır yoldaydık ve tahminimizden çok daha fazla para harcamıştık. Patras' da bankomatiğe gittiğimizde hiç paramızın kalmadığını gördük. Umudumuz, sigorta şirketinin Adriyatik denizinde yakalandığımız Borada yırtılan Cenoa'nın parasını göndermesiydi. O para gelene kadar daha bir hafta geçecekti. Bu süre içinde kumanyamız vardı ama güzel bir kafede birşeyler içecek kadar bile paramız kalmamıştı. Patras mariasının Türkiye' ye göre çok ucuz olan konaklama ücretini yanımızdaki balık oltasını satarak çıkardık ve doğal limanlara doğru yelken açtık. Korint kanalıyla Yunan anakarasından ayrılan Mora yarımadasının kuzeyini izleyerek, rotamızı doğuya çevirdik. Korint kanalına 100 mil yolumuz vardı, ama biz bu 100 mili yelkenle anca bir haftada alabildik. İlk durağımız, Patras körfezinin kuzeyinde yer alan ve Rod Heikell'ın pilot kitabında pek övülen Trizonia adasıydı. Yunan anakarasına çok yakın olan bu küçük adada sadece tek bir köy var. Yıllar önce adaya bir İngiliz çift taşınmış ve 'yatçılar klübü' kurmuşlar. Adanın bütün rüzgarlara kapalı doğal bir limanı var. Dar bir boğazdan girilen liman, sakin bir göl gibi. Şimdilerde buraya bir marina yapılıyor, ama henüz tamamlanmadığı için yatlardan ücret alınmıyor. Belki biraz da bu nedenle, limanın içi onlarca yatla doluydu. Trizonia adasının doğal limanına girişimiz epey maceralı oldu… Daha sonraki duraklamızda karşılaştığımız birçok yatçı bizi 'Trizonia maceramızdan' hatırladılar. Hatta bu sene Marmara adasının karşısındaki Paşalimanı' na teknemizle yanaştığımızda oraya demirlemiş olan 7-8 yabancı teknenin birinden lastik botla iskeleye gelen bir yatçı bize 'hello' dedikten sonra 'ben sizi hatırlıyorum, geçen sene Trizonia adasından' deyince çok güldük. Patras' dan güzel bir havada ayrılmıştık. Rüzgarı pupadan alarak Spinhakker seyri yapıyorduk. Ancak tanrılarımı kızdırmıştık ne, yine gökyüzü karıştı, şimşekler çakmaya başladı, rüzgar gittiğimiz yönden, kuzeybatıdan esmeye başladı. Spinhakker' ı indirmeye anca vakit bulabildim. Trizonia adasına 4-5 mil mesafemiz vardı ve şiddetli bir rüzgar tam adadan bize doğru esiyordu. Karşı taraf ise, yani Mora' nın kuzey sahilleri daha uzaktı ve oralarda sığınacak başka bir liman yoktu. Zorunlu olarak şiddetli rüzgara karşı orsa seyri yapmaya başladık. Riitta artık sinirinden Korfu' dan aldığımız Metaxa' ları içmeye başlamıştı. Kızcağız yola çıktığımızdan beri, 10 aylık bebekle birlikte fırtınalarla boğuşmak zorunda kalmıştı. 2-3 saat sonra zar zor adanın kuzeydoğuya açık olan limanının girişine varmıştık. Artık rüzgar arkamızdan esiyordu. Albin motorumuz bu sefer hiç çalışmak istemiyordu. O kargaşalıkta da motorla uğraşamadım ve yelkenle yanaşmaya karar verdim. Liman girişindeki dar boğazdan geçer geçmez ana yelkeni indirdim, sadece fırtına floku kaldı. Aslında bunun bir hata olduğunu daha sonra anlayacaktım. Boğazdan geçince dalgalar bitti, rüzgar da biraz hafifledi, ama yine de hızımız 3-4 knop vardı. 500 metre ilerdeki uzun iskele tam karşımızdaydı, yani rüzgar altındaydı. Hemen bütün yatlar, liman girişine enlemesine uzanan iskelenin arkasına sığınmışlardı. Ben kolaylık olsun diye iskelenin önüne bordalamayı planladım. Rüzgarı tam arkamıza alarak flokla ilerlerken dümenin iyi kumanda etmediğini farkettim. Sert bir havada flokla rıhtıma yanaşılamayacağını, ana yelkeni kullanmak gerektiğini bu deneyle anlamış oldum. Ama artık çok geçti, tekne hızla iskeleye doğru gidiyordu. Hemen floku indirip manevra yapmak için ana yelkeni fora ettim ve son anda dönmeyi başardım. Ama bu sefer de Amerikan bandıralı bir yat üzerimize doğru geliyordu ve bana el kol işaretleriyle bağırmaya başladı. Meğer o tekne de iskelenin arkasına geçmek için çapasını çekmeye uğraşıyomuş. Sert rüzgarla koca teknesini hareket ettirmekde zorlanan oldukça yaşlı Amerikalı yatçı bana bağıra çağıra kaba bir şekilde motoru tornistana almamı 'emretti'. Ben de ona sert bir şekilde motorumuzun olmadığını bağırdım, ama o rüzgarda ne dediğimi anlamadı, ya da anlamaya çalışmadı. 5-10 saniye içinde olup biten bu manevralardan sonra, Amerikalının teknesine bindirmemek için dümeni çok yakın olan sahile kırdım. Amacım bir yerlere çapa atmaktı. Ama meğerse sahil sığlıkmış ve biz de saatte 3 mil hızla o sığlığa bindirip durabildik ancak. Az ötemizde ise kayalar vardı. Neyse ki biz kuma oturduk. Bu arada Riitta da kucağında Yunus' la bana yardım etmeye çalışıyordu. Bütün yatçılar rıhtımda toplanmışlar, heyecanla bizim manevralarımızı izliyorlarmış, sonradan farkettim. Amerikalıya kızmışlar, geldi özür diledi adam. Bu arada Avrupada rastladığımız bütün yatların, hangi boyda olursa olsun, Türkiye' de -nedense- alışıldığı gibi ücretli kaptanlar tarafından değil, sahipleri tarafından kullanıldığını belirteyim. Amerikalının yatı da oldukça büyük, 17-18 metrelik bir yattı ve bütün mürettebat iki yaşlı karı kocadan ibaretti. Diğer yatçılar adamcağıza o kadar yüklendiler ki, benden defalarca özür diledi; bu sefer ben mahçup oldum. Sığlığa oturunca (ilk kez olmuyordu bu) hemen denize atlayıp tekneyi itmeye başladım. Ama rüzgar sahile doğru esiyordu. Ben tekneyi ittikçe rüzgar tekrar sahile atıyordu bizi. Tam çapayı alıp yüzerek açığa atmayı düşünürken iki tane lastik bot geldi yanımıza. Rıhtımdaki yatçılar bize yardıma koşmuşlar. Bottan atlayan bir Fransız yatçının da yardımıyla tekneyi sahilden itip, lastik botlara bağladığımız iplerle çekerek iskeleye kadar getirdik. Tabi o gün hep bizim maceramız konuşuldu Trizonia adasında. Herkes başımıza toplandı, teknelere davet edildik. Bize yardım eden Fransızlara metaxa ikram ettik. Ukela bir Fransız yatçı bu halde Ege' de Meltemi ile başedemeyeceğimizi, mutlaka motor almamız gerektiğini filan söyledi. Ege' den gelip de Korint boğazını yeni geçmiş olan yatçılar, oralarda 2 haftadır hiç kesilmeden 7-8 şiddetinde Meltemi estiğini söylüyorlardı. Aslında biraz, gözümüz korktu ve sigorta parasını alınca kıçtan takma bir motor almaya karar verdik. Ama meltemi ile karşılaşınca kıçtan takma motorun bir işe yaramadığını daha sonra farkedecektik. Trizonia adası gerçekten kitaplarda yazıldığı gibi çok sevimli bir adaydı. Turistikleşmemiş tipik bir Yunan köyü olan adanın tek köyünde dolaşırken bizim köyü hatırlayarak hüzünlendik. Marmara adasının Güney sahillerinde yer alan köyümüz Gündoğdu (eski adıyla Prastos) da bir zamanlar Yunan köyüymüş. O anda ne kadar uzak geliyordu bize Gündoğdu. Köyün tavernasında yemek yiyecek paramız yoktu, ama daha epey kumanyamız vardı. Denize dalıp vurduğum balıklarla da zenginleştirdiğimiz mutfağımızın pek eksiği yoktu. Bu yolculuk boyunca Yunus epey kilo aldı ( bizse o koşturmacalar yüzünden 5' er 10' ar kilo verdik). Trizonia' da iki gece dinlendikten sonra Korint' e doğru yola çıktık. Bu sefer de rüzgarsızlıktan ilerleyemedik. Çok hafif bir Güneybatı rüzgarıyla yine körfezin kuzey sahillerinde yeralan Galaxidi' ye doğru yol almaya başladık. Biz körfezin kuzey sahillerindeydik ve Korint' e erişmek için körfezin ortasına doğru ilerlememiz gerekiyordu. Hafif rüzgarla kendimizi trafiği yoğun Korint körfezine atmaya çekindik. Galaxidi, meşhur Delphi tapınağına yakın turistik bir kasaba. Tarihi binaları, Yunanistan'ın hemen her yerinde olduğu gibi çok iyi korunmuş durumda. İnce uzun ve çok korunaklı doğal bir limanı var. Liman yazın yatlarla dolu oluyor hep. Çok yavaş ilerleyerek geceyarısı ulaştığımız Galaxidi'nin limanına yelkenle giremeyeceğimizden, yakınlardaki bir koya demirledik. Ertesi gün yine hafif ve ters rüzgar estiğinden birkaç mil daha kuzeybatıda yeralan Itea kasabasına gittik. Buranın iskelesine bordaladığımız teknemizi biraz bakımdan geçirdik. Tam önümüzde bir İngiliz tekne vardı. Emekli olmuş bir İngiliz çiftle ahbap olduk. Tanışmamız da ilginç bir şekilde oldu. İngiliz bay bizim yanımıza gelip kibar bir soğukkanlılıkla 'teknenizin kayıp olarak bildirildiğinden haberiniz var mı' diye sordu. Şaşırdık, haberimiz yoktu. Meğer bir kaç gündür Navtex' den bizim teknenin kayıp olduğu bildiriliyormuş. Hemen İstanbul' a telefon ettim durumu öğrendim. Annemler uzun zamandır bizden haber alamayınca telaşlanıp Atina' daki bir gazeteci arkadaşlarını aramışlar. O da Yunan deniz kuvvetlerine durumu biraz abartılı anlatınca, teknede de küçük bir bebeğin bulunması dolayısıyla olay büyümüş ve bizim tekne aranmaya başlanmış. Bizde Navtex olmadığından arandığımızı da bilmiyorduk tabi. Ama bu arama sadece Navtex raporlarında kalmış, çünkü sabahtan beri iskelede önümüzden 4-5 kere geçen Yunan deniz polisi bile bizi farketmemiş. İngiliz yatçı hatırlatınca Yunanlı polis elindeki günlük rapora bakmış ve bizim tekneyi görünce çok şaşırmış. Ben telefondan geri döndüğümde apar topar polis karakoluna gidip 'bulunduğumuzun' tutanağını tuttuk… Ertesi gün iyi bir kuzey rüzgarı çıkınca pupa yelken Korint' e yollandık. Sonunda, fırtınalardan ve rüzgarsız geçen günlerden sonra, Korint'e varmıştık. Gemilerin yolunu 150 mil kısaltan kanal sayesinde, Korint yüzyıllardan beri önemli bir liman kenti konumunda.Antik çağlarda, daha kanal yokken bile gemiler Ege denizinden Korint körfezine kızakların üzerinde çekilirmiş. En son 1893'de Fransızlar tarafından açılan Korint kanalı 3 mil uzunluğunda, 50 metre genişliğinde. Egeye açılan yatçıların da hemen tamamı bu kanaldan geçtiklerinden, Korint kentinin limanı yatçıların buluşma merkezi olmuş. Limanda birçok dostlar edindik. Bizi Trizonia' dan hatırlayanlar da vardı. Özellikle eski bir fizikçi olan ve 12 metrelik çelik teknesini tek başına imal eden Hollandalı Chris bizim motoru adam etmek için çok uğraştı. Onun önerisiyle, iki zamanlı Albinimizin bir bujisini iptal edip (suyun o silindirden geldiğini iddia ediyordu) tek zamanlı hale getirerek daha uzun zaman 'sulu' çalışmasını hesapladık. Böylelikle Korint kanalını yelken takviyeli motorla geçmeye çalışacaktık. Ama kanala girince bizim Albin vaktinden önce 'öldü' ve biz sadece yelkenle kaldık. Üstelik de trafiği tek yönlü ve çok yoğun olan kanalının başlarında rüzgarımız kesilince zor anlar yaşadık. Kanal görevlilerin VHF'den yaptıkları sert uyarılar sonunda güç bela gerisin geriye döndük. Hemen yanımıza yolladıkları refakatçı sahil koruma botunu da zar zor ikna edip, ceza almadan, yelkenle gerisin geriye 1,5 mil ötedeki Korint limanına ulaştık. 3 -4 saat önce bizi uğurlayan yatçılar epey meraklanmışlardı. Ertesi gün şans ilk defa yüzümüze güldü ve sigorta parasının bankaya geldiğini öğrendik. Bütün gün Korint' in altını üstüne getirerek, elden düşme 25 beygirlik bir Yamaha bulabildim. Bu motor bizim 2.5 tonluk teknemizi, durgun denizde, 4-5 knop hızında götürüyordu ki bu da bize yetiyordu. Tek kusuru su gibi benzin içmesiydi… Böylelikle kanalı yarım saat içinde geçtik ve Ege denizine doğru yelken açtık. Korint kanalı Saronik körfezine açılır. Burası henüz Ege denizi sayılmaz. Egenin sert kuzey rüzgarları yoktur Saronik körfezinde. İlk gün yaklaşık 50 mil uzunluğundaki körfezin ortasında yer alan turistik Aegina adasında geceledik. Artık motorize olduğumuzdan rahatlamıştık. Aegina' nın limanına vardığımızda şafak sökmek üzereydi. Yüze yakın yerli yabancı teknenin baştankara bağlandığı limanda kendimize zar zor bir yer bulup biz de rıhtıma baştankara yaptık. Öğleye doğru uyanınca Aegina kasabasını gezmeye çıktık. Burası tam turist buroşürlerindeki gibi bir Yunan kasabası. Uzun rıhtım boyunca sayısız Amerikan tarzı kafe, taverna var. Ara sokaklarda türünün son örneği küçük bir Yunan meyhanesi bulunca çok sevindik. Burada yörenin misket şarabını içip ahtapot ızgarası yedik. Yorgunluğumuz yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı. Rıhtıma gelip bizden para isteyen görevliye hemen ayrılacağımızı söylediğimizden bu güzel kasabada fazla oyalanamadan tekrar yelken açtık. Gece yarısı Ege denizine çıkış noktası olan Sounion burnuna varmıştık. Türkiye'ye yaklaşmış olmanın heyecanıyla burnu dönüp Egenin sularına girdiğimizde meşhur "meltemi" rüzgarıyla karşılaştık. Neredeyse fırtına şiddetinde esen rüzgarla ve 2-3 metrelik dalgalarla bütün gece yol alamayacağımızı anlayıp, Sounion koyuna sığındık. Koyda bizim gibi bir çok meltemi mağduru vardı. Avrupa kaynaklı denizcilik kitaplarında "türkçeden gelen meltemi" olarak geçen bu rüzgarın, bizdeki "meltem"'le hiç alakası yoktur. Hatta Azra Erhat'ın, Odyssea'nın önsözünde Cevat Şakir'den aktardığı gibi bir batı rüzgarı da değildir bu meltemi. Meltemi, Egede Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında genellikle Kuzeyden ve Kuzeydoğudan eser. Yani Türkçedeki Yıldız, Yıldız-Poyraz yönünden. Rüzgarın şiddeti, adaların arasında hortum etkisiyle daha da şiddetlenir. Tıpkı daralan bir ırmağın sularının çok daha hızlı akması gibi, meltemi de birbirlerine yakın adaların arasından geçerken şiddetlenir. Şiddetli rüzgara, dört biryandan gelen dar ve yüksek dalgalar eklenince, Ege denizi yatçılar için korkulu ve zor bir deniz halini alır. Hatta birçok yatçı en çok zorlandıkları denizin Ege denizi olduğunu söyler. Bu nedenle Egedeki Yunan adalarında yelken yapmak çok zordur. Yatçılar bir adadan diğerine küçük geçişler yaparak, daha çok marinalarda geçirirler zamanlarını. Bizim artık motorumuz vardı, ama 7-8 şiddetinde esen meltemi yüzünden onu pek kullanamadık. Sounion koyu aslında doğal bir liman görevini görüyor. Koyun ağzı güneye tamamen açık olduğu halde, yaz aylarında hemen herzaman meltemi estiği için Ege' ye giden ve Ege' den gelen yatlar buraya sığınıyorlar. Sahilde bir iki taverna var. Bir de büyükçe bir otel yapmışlar ama biz pek müşteri göremedik. Meltemi 2 haftadır 7-8 şiddetinde estiğinden koyda epey tekne toplanmıştı. Ama bizde yine para bittiğinden tavernaya gidip ''sosyalleşemedik''. Sounion'da birkaç gün kaldıktan sonra, 'bu melteminin biteceği yok' deyip, bir adadan diğerine sıçrayarak yavaş yavaş Türkiye'ye doğru yaklaşmaya çalıştık. İki aydan fazla bir süredir denizdeydik ve bir an önce memlekete varıp dinlenmeyi hayal ediyorduk. Böylece bir gece, hava karardıktan sonra kendimizi Ege denizine attık. Gece seyahat etmeyi seçmemizin iki nedeni vardı: Birincisi Yunus uyurken dalgalı denizde seyir yapmak çok daha kolay oluyordu, ikincisi ise melteminin geceleri az da olsa şiddetini kaybettiği söylentisiydi. Ama bu ikinci neden umduğumuz gibi olmadı. Meltemi Sounion burnunu döner dönmez bütün şiddetiyle üstümüze saldırdı. Rüzgar yine çok şiddetliydi ve dört bir yandan tekneye vuran 2 metrelik dalgalar seyri çok zorlaştırıyordu. Ege denizinin ortasında yeralan Cyclades adalarındaki ilk durağımız Kea adasıydı. Sounion'un 20 mil doğusunda olan Kea'ya şiddetli kuzey rüzgarı yüzünden çok zor ulaşabildik. Şafak sökerken adanın batısındaki Kavia köyüne sığındık. Kavia, terkedilmiş bir köy görünümünde. Diğer adalarda olduğu gibi, burada da yerli halkın çoğu Atina'da çalışıyor. Dağlık ve çorak toprak yapısı ile Kea, tipik bir Ege adası. Adada bol bol incir yedik. İki gün sonra, sabah akşam hiç durmadan esen meltemi'ye rağmen, bir sonraki adaya, Siros'a geçtik. Yine gece seyri yapıyorduk. Ama bu sefer gece karanlığında gelip geçen gemiler beni epey korkuttu. Yunanistan'ın her adasına hergün feribotlar, gemiler çalışıyor. Gece de çalışan bu feribotlar çok hızlı yol alıyorlar. Dalgalı denizde şiddetli rüzgarla geceyarısı yol alırken bu gemilerden kaçmak zor oldu. Birkaç kere ciddi olarak korktum gelip bize çarpacaklar diye. Siros'un batısında yer alan Kini köyüne vardığımızda, sert denizlerle boğuşmaktan enerjimiz bitmişti. Buradaki balıkçılardan melteminin 3 haftadır estiğini ve balığa çıkamadıklarını öğrendiğimizde keyfimiz kaçtı. Yine de Kini de hoş vakit geçirdik. Bankaya paramız geldiğinden Kini' deki turistik olmayan gerçek bir Yunan tavernasında yiyip içebildik. Canlı müzik de vardı ama bizim burada dinlediğimiz ve bizce güzel olan Yunan müziği yerine, Tatlıses-Kayahan karışımı zevksiz bir popüler müzikle karşılaşınca şaşırdık. Anlaşılan Ege' nin iki kıyısında da aynı dejenerasyon yaşanmakta. Melteminin duracağı yoktu. İki gün sonra yine yola koyulduk, ve Cyclades'lerin en kuzey ucunda yer alan Tinos adasına vardık. Türkiye sahillerine az bir mesafemiz kalmıştı ama, bu rüzgarla açık denize açılmayı göze alamıyorduk. Meltemi Eylül ayında kesilirmiş. Eski denizciler yaz başında kuzeyden güneye inip, yaz sonunda da kuzeye çıkarlarmış. Biz de Ağustos sonuna yaklaştığımızdan belki meltemi azalır diye umut ediyorduk ki birden mucize oldu ve bir sabah denizin süt liman olduğunu gördük. Sonunda meltemi kesilmişti. Hemen motoru çalıştırıp rotamızı kuzeye çevirdik ve Sakız adasına doğru yola koyulduk. Ertesi gün sabaha karşı Sakıza vardık ve gümrük işlemlerimizi tamamlayıp vakit geçirmeden 5 mil doğudaki Çesme' ye geçtik. Artık memleketimizdeydik ve son durağımız olan Marmara adasına az bir yolumuz kalmıştı. Yolculuk tahminimizden uzun sürdüğü için vaktimiz azalmıştı. Rüzgarın dinmesini fırsat bilip, hiç durmadan gece gündüz dümen tutup iki gün içinde Çanakkale boğazına girdik. Çanakkale'deki balıkçı barınağında gecelemek için, Yunanistan'ın hiç bir yerinde ödemediğimiz kadar çok para ödedik. Ertesi gün sabaha karşı erkenden yola çıkıp, yolculuğumuzun son denizine, Marmara denizine ulaştık. Marmara denizi sütlimandı. Son 60 mili de Yamaha gücüyle aşıp Marmara adası Gündoğdu köyüne vardığımızda Yunus tam bir yaşını doldurmuştu. Güzel bir doğum günü anısı oldu.

Ana sayfaya geri dön