(Bu yazı ‘Beşiktaş’ta Yaşam’
dergisinin Eylül 2005 sayısında yayımlanmıştır.)
Duydun mu, bir çocuğu...
27 Ekim 1980 tarihli Günlük’ten
1980 Ekim ayının son günleri...Kabataş Erkek Lisesi 3 Fen-C. Edebiyat öğretmeni, hayatlarımızda iz bırakan o koca şair. Divan Edebiyatı’ndan, aruz ölçüsünden korkmamayı öğreten, atletlerin geri geri koşamayacağını alaycı bir yan gülümseyişle en arka sıradaki Sami’ye fısıldayan adam. 12 Eylül’ün karanlık günleri. Sıkıyönetim var ülkede. Derslerde sınıf kapıları açık tutulacak, emir gelmiş. Ellerinde tüfeklerle askerler dolaşıyor okul koridorlarında. Hoca öfkeli bu duruma. Dersine girer, kapıyı kapatır. O anda dışarıdan kapı tekmelenerek açılır askerlerce. Sınıfa doluşurlar, “Hoca, hoca, sınıfların kapısı kapanmayacak! Emir aldık!” Hoca, “Bu ders, benim dersim. Bu saatte sınıf benimdir. Çıkın dışarı!” der askerlere. Tutarlar kollarından hocayı, atarlar cipe, doğru Beşiktaş Merkez Komutanlığı’na götürürler. Cipin okul bahçesinden çıkmasıyla birlikte, araç giriş kapısını içeriden zincirler Kabataşlılar. Hoca hemen serbest bırakılıp getirilmezse, dışarı çıkılmayacak, içeri de kimse alınmayacak. Bir saat sorgulanır Hoca ve getirilir okula. Yüzü solgundur. Piposunu yakar sinirle, öğrencilerine “gidin artık” der, “iyiyim, olay kapandı.”
* * *
Sınıf başkanı Ordulu Kadri yatılı olmasına rağmen, “hadi çıkalım okuldan” diye seslenir. Dereboyu’na çıkmadan balık pazarının yanında ‘Baldız birahanesine’, doluşulur. Patates kızartması, biralar, video kasette Ferdi Tayfur’un ‘İnsan Sevince’ filmi. İkinci biralar da biter. Sıkılır millet, dağılır. Sahil, Ortaköy iskelesinin yanında tekne barınağı...Yağmur alabildiğine yağmaktadır. Leğenlerde tek tük çinakoplar. Balıkçılar oradalar... Garip Yaşar, Fevzi Kaptan, Çingene Hasan ve kokoreççi Hayri çekekte, bir sandalın başında toplu halde titremekte, ağızdan ağıza dolaşan çay bardağındaki rakı sürekli tazelenmekte. ‘Mektepli’ yaklaşır onlara. Yadırgamazlar, onlardandır ama onlardan değildir. Rakı ona da uzatılır. “Bir türkü söyle, bir şarkı, bir şiir, ne biliyim, bişeyler söyle işte delikanlı.”
Aynı yer değil mi, bu mekan? Hani ‘Üç Arkadaş’ filmindeki kayıkhane? Evet, orası. Fikret Hakan, Muhterem Nur, Salih Tozan ve Semih Sezerli oynamıştı. Memduh Ün’ün filmiydi, teyzem yazlık sinemaya götürmüştü, anneannem çok ağlamıştı o filmde. Sonra televizyonda da seyretmiştim. Memduh Ün, Beşiktaş’ta forvet oynamış gençliğinde. O zamanlar bunu bilmiyordum ki...”Hadi mektepli, söyle artık bir şeyler?” “Şimdi uzaklardasın, gönül hicranla doldu. Hiç ayrılamam derken, kavuşmak hayal oldu” Postanenin önünden sahile doğru gelir o kız yine. Beline kadar upuzun kumral saçları, yine gözlerini kısmıştır. Galatasaray Lisesi forması üzerinde, sigarasını tüttürür dünyaya aldırmadan, zıplayarak yürürken Baştan ikinci kahveye geçer oturur. Garip Yaşar, “seninki geldi, bak Enişte’nin kahvesine oturdu” Enişte, eski bir hükümlü, 14 yıl yatmış içeride. Balıkçılar kahkaha atarlar, “hadi git oğlum, utanma!” derler sıkılganlığımı sezerek. Komünist Şeref uzaktan imdadıma yetişir, bağırmasıyla: “Sizi gibi madrabazlar! Yatın yatın siz daha, Hisar’da balık kalmadı satacak! Verin bir kadeh de bana!”
* * *
Korkmuştum o gün. Çok korkmuştum, kız konuşulanları duyacak diye. Duymadı. Ya da duydu da çaktırmadı. Koşar adımlarla sahilden caddeye attım kendimi. Keşke çocuklarla Beşiktaş çarşısındaki Suatpark sinemasına gitseydim birahane çıkışı. Sınıfın fırlamalarından Cem, milleti o sinemaya götürmeye bayılırdı. Yerli seks filmleri oynatılıyordu o sinemada. Üstelik, ‘parça’ dedikleri, yabancı porno filmlerden apartma sahneler de koyarlardı filmin alakasız yerlerine. Birkaç kez gitmiş, sonraları istememiştim. 1984’te yıkılmış o sinema, şimdi bilgisayar ürünleri, vcd filmler satılan bir pasaj var yerinde. Çırağan’a doğru adımların hızı kesilir. Beşiktaş’ın otobüsü Şeref Stadı’nın önünde. İdmanı var takımın. İlk kez 10 yaşında babam getirmişti o sahaya beni. Tezcan, Ahmet 2 ve Tuğrul...Tezcan’a hayrandım o günlerde. Ama yıl 1980, takımda Fikret, Serdar ve Necdet birer efsaneler, ama Rıza asıl adamım. İçi boş havuzun duvarından kolumu uzatsam, soyunma odasından çıkan futbolculara dokunacağım. Utanıyorum, uzatamıyorum kolumu. Şaban’a çok kızıyorum. Antremanda sürekli kaytarıyor, Metin Türel Hoca sürekli azarlıyor onu. Koca kurdun gözünden kaçar mı? Kaleci Rasim birileri ile kavga ediyor, çıkıyorum stattan. Harap Çırağan Sarayı’nın bodrum katlarından bir çocuğun çığlık sesleri geliyor sanki, ürperiyorum. Koşuyorum Beşiktaş’a doğru. Otobüs durağına yaklaşırken, İzzet Günay’ı görüyorum, bir taksiye binerken. Bıyıkları yok, şaşırıyorum bıyıksız İzzet Günay’ın o haline. Kazan Birahanesi’ne giriyorum. Cem’ler, Suatpark’tan çıkmış bira içiyorlar. Türkan Şoray (pavyonda çalışan Sabiha) ve -bıyıklı haliyle- İzzet Günay’lı (Manav Halil) siyah-bayaz ‘Vesikalı Yarim’ filmi geliyor aklıma. Lütfi Akad usta çekmiş 1968’de. O imkansız romans, ikilinin Beşiktaş sahillerindeki hüzünlü yürüyüşleri silinmez hiç hafızamdan. Yönetmenin anılarında okumuştum. Halil’in hapishane sahnesini parasızlıktan ve zamansızlıktan nerede çekeceklerini kara kara düşünürken, Dolmabahçe (İnönü) Stadyumu’nun dışa bakan parmaklıkları aklına gelir Akad’ın. Birkaç figüran mahkum bulup 2 saatte çekerler koğuş sahnesini Dolmabahçe’de. Manav Halil, o koğuştan yazar Sabiha’ya mektuplarını. Film boyunca çalınan ‘kalbimi kıra kıra’ şarkısı insanın içini cız eder:
senden bana ne kaldı, bir hatıradan başka!
bir daha geri dönmem yalan kattığın aşka
kalbimi kıra kıra bıraktın bir hatıra
günahını yalancı dudaklarında ara
gözyaşların boşuna, düşmem artık peşine
yansın yüreğin yansın şimdi de bende sıra
kalbimi kıra kıra bıraktın bir hatıra
günahını yalancı dudaklarında ara
Kazan
Birahanesi iyice kalabalıklaşıyor, çıkıyorum.
* * *
İskele, elimde Ece Ayhan’ın Mor Külhani kitabı. ‘Ayıptır söylemesi
vakitsiz Üsküdarlıyız abiler’ diyor bir mısrada. Boğaza doğru motor çalışıyor, yağmur
kesildi. Çırağan Sarayı tarafından hâlâ çığlıklar duyuluyor. Rivayet olunur ki,
yandığından beri, küçük bir çocuğun ağlama sesleri duyulurmuş Saray’ın kuzeye
bakan salonlarında. Şimdilerde çok lüks bir otel olan Saray’ın o salonlarına
personel bile girmeye korkarmış geceleri. Üsküdar, gazete bayii Sinan’a merhaba,
bir de sigara yakılır ayaküstü. “Duydun mu, bir çocuğu daha asmışlar Adana’da?”
diyor Sinan. “Hayır, duymadım!”
O an,
Çırağan’dan gelen çocuk çığlıkları kesiliyor.