İKLİM DEĞİŞİMİNDE İNSAN FAKTÖRÜ

  

Doç. Dr. Kasım Koçak

  

Üzerinde yaşadığımız gezegende insan gereksinimleri kadar çeşitlilik gösteren çok az şey vardır. Bütün bu gereksinimlerin karşılanabilmesinin yolu üretimden geçmektedir. Ancak her üretim faaliyeti az veya çok doğada bir değişim meydana getirir. Bu doğaldır ve bundan kaçış mümkün değildir. İnsanoğlu üretimden vazgeçemeyeceğine göre, yapılması gereken her türden üretimin doğa dostu teknolojiler ile gerçekleştirilmesidir.

 Dünya atmosferinin yukarıda sözü edilen üretim faaliyetlerinden doğrudan etkilenmesi kaçınılmazdır. Üretim faaliyetleri kuşkusuz sanaayi devriminden önce de vardı ve bir takım kirletici emisyonlar atmosfere bırakılıyordu. Ancak atmosfer, belli bir sınırın altında olan bu  kirleticileri tolere edebiliyordu.  Atmosfere lokal ölçekte yapılan müdahaleler etkilerini zamanla küresel ölçekte de göstermeye başlamıştır.    Özellikle sanaayi devrimini izleyen  yıllarda sera gazlarının ve bazı bölgelerde de aerosollerin atmosferdeki birikimi hızla artmıştır. Bilindiği gibi sera gazlarının birikimindeki artış atmosferi ısıtma eğilimi gösterirken; aerosollerdeki artış tam tersine soğutma eğilimi göstermektedir

Geşmiş iklim koşulları incelendiğinde iklim değişiminin doğal nedenle bağlı olarak meydana geldiği görülür. Bunlar volkanik aktiviteler, güneş enerjisi miktarındaki değişimler, dünya ekseninin eğiminde ve yörüngesinin geometrisinde meydana gelen değişimlerdir.  Dolayısı ile günümüz iklimi hem  insan hem de doğal kaynaklı zorlamaların etkisi altında şekillenmektedir. İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 1995 yılında tamamlanan ikinci raporunda, sanaayi devriminden beri, iklimdeki doğal değişebilirliğe ek olarak, ilk kez insan etkilerinin de önemli rol oynadığı gerçeği kabul edilmiştir.  Bu raporda iklim değişimi “karşılaştırılabilir bir zaman peryodunda gözlenen doğal iklim değişikliğine ek olarak, doğrudan ya da dolaylı olarak küresel atmosferin bileşimini bozan insan etkinlikleri sonucunda iklimde oluşan bir değişiklik” şeklinde tanımlanmıştır.

 Atmosferin bileşimi

 Bugün küresel iklim değişimi olarak adlandırılan olgunun  anlaşılabilmesi için, dünya atmosferinin bileşiminin ve davranışının yakından incelenmesi gerekmektedir. Her  dakikada ortalama 12 kez nefes alır ve 12 kez de veririz.  Her nefes alışımızda %78’i azot ve %21’i  oksijen olmak üzere bir gaz karışımını ciğerlerimize çekeriz. Bu karışımı oluşturan gazların hacimsel yüzdeleri Tablo 1’de verildiği gibidir.

Tablo 1. Yeryüzeyi yakınında atmosferin kompozisyonu

DEĞİŞKEN  GAZLAR

         DEĞİŞKEN OLMAYAN GAZLAR

Gaz

Sembol

%

Gaz

Sembol

%

Azot 

N2

78.08

Subuharı

H2O

0-4

Oksijen 

O2

20.95

Karbondioksit

CO2

0.036

Argon

Ar

0.93

Metan

CH4

0.00017

Neon

Ne

0.0018

Ozon

O3

0.000004

Helyum

He

0.0005

Korbonmonoksit

CO

0.00002

Hidrojen

H2

0.00005

Kükürtdioksit

SO2

0.000001

Xenon

Xe

0.000009

Azotdioksit

NO2

0.000001

 

 

 

Diazotmonoksit

N2O

0.00003

 

 

 

Kloroflorokarbonlar

CFC

0.00000002

 

 

 

Partiküller (toz, kurum, vb.)

 

0.00001

 Tablo 1’in sağ kolonunda yer alan gazların  hacimsel yüzdeleri yerden  80 km’ye kadar sabittir. Dolayısı ile yer yakınında bu gazların  dönüşümü ve yeniden üretilmeleri arasında bir denge mevcuttur. Örneğin azot topraktaki bakteriler tarafından kullanılır; fakat çürüyen organizmalar yoluyla da tekrar atmosfere kazandırılır. Oksijen ise çürüyen organik maddeler tarafından  ve osidasyon yoluyla atmosferden alınır. Diğer  taraftan atmosferden solunum esnasında oksijen alınır ve karbondioksit olarak geri verilir. Atmosferin temel oksijen kaynağı   fotosentez olayıdır.

 Tablo 1’in sol kolonunda yer alan gazlardan subuharı (H2O), karbondiokit (CO2), metan (CH4), ozon (O3), diazotmonoksit (N2O) ve CFC’ler önemli sera gazlarıdır. Karbondioksit  atmosferin doğal  bir bileşenidir. Atmosferde hacimsel yüzde olarak çok küçük (% 0.036); fakat oynadığı rol  bakımından  önemli bir gazdır.  CO2, bitkilerin çürümesinden, volkanik aktivitelerden, insan ve hayvanların verdiği nefesten ayrıca kömür, petrol ve doğal gaz gibi fosil kökenli yakıtların yanması sonucu atmosfere karışır. CO2 bitkilerin fotosentezi yoluyla atmosferden alınır. Ayrıca okyanuslar çok büyük bir CO2 deposudur. Bilimsel çalışmalar, okyanusların atmosferik CO2’in 50 katından fazlasını içerdiğini ortaya koymaktadır.

 Fosil yakıtların yanması, orman yangınları vb. nedenlerden dolayı bu yüzyılın başlarından beri CO2 konsantrasyonunu hızla artmaktadır.  20. yüzyılın başlarında 290  ppm olan CO2 konsantrasyonunun 21. yüzyılın sonunda 500 ppm’e çıkacağı tahmin edilmektedir. CO2, yeryüzeyinden yayınlanan infrared ısı enerjisinin bir kısmını absorblar. Dolayısı ile CO2 consantrasyonundaki bir artıs, dünya ölçeğinde  ortalama yüzey sıcaklığının  artmasına neden olacaktır.

 Atmosferin doğal kompozisyonu değiştiren etmenler hem dogal hem de  insan kaynaklı olabilmektedir.  Rüzgarlar yüzeyden tozları kaldırarak atmosfere taşırlar. Okyanus dalgalarından kaynaklanan  tuzlu su damlacıkları atmosfere karışırlar. Buharlaşma sonucunda bu damlacıklardan geriye atmosferde asılı duran mikroskobik tuz partikülleri kalır. Orman yangınları  ve volkanik aktiviteler sonucunda  önemli miktarlarda duman, kül ve çeşitli gazlar atmosfere karışırlar.

 Kükürtdioksit (SO2), kömür ve petrolün yanması sonucu atmosfere bırakılır. Eğer hava yeterince subuharı içeriyorsa sülfirik asit damlacıkları meydana gelir. Sülfirik asit ise çevredeki metallerin krozyonuna  ve tatlı su kaynaklarının asitlenmesine neden olur. Asit yağmurları özellikle endüstriyel bölgelerin rüzgaraltı taraflarında kalan alanlar üzerinde ciddi çevre sorunlarına neden olur.

 Otomobiller  atmosfere azotdioksit (NO2), karbonmonoksit (CO) ve  hidro-karbonları yayarlar. Güneş ışınları altında NO2, hidrokarbonlar ve diğer gazlarla reaksiyona girerek ozonu (O3) meydana getirir.

 Atmosferde ozon konsantrasyonunun en yüksek olduğu tabaka stratosferdir. Burada ozon, bir oksijen molekülü ile bir oksijen atomunun birleşmesi şeklindeki doğal  mekanizmalarla üretilir. Stratosferdeki ozon konsantrasyonu hacimsel olarak %  0.002 kadardır. Ancak bu miktar yeryüzünde hayatın başlaması ve devam ettirilmesinde büyük bir öneme sahiptir. Ozon tabakası yeryüzündeki canlıları güneşten gelen ultraviyole ışınlarının zararlı etkilerinden korur. Son yıllarda yapılan çalışmalar çeşitli kaynaklardan atmosfere bırakılan kloroflorokarbon (CFC) gibi gazların ozon tabakasındaki dengeyi bozduğu dolayısı ile ozonun koruyucu özelliğinin azaldığını ortaya koymaktadır. Çalışmalar, ozon konsantrasyonundaki bu azalmanın insanlarda cilt kanseri olaylarında artışa,  bitki ve hayvan sağlığı  üzerinde bir takım olumsuzluklara yol açacağını ortaya koymaktadır. Özetle aşağı atmosferdeki ozon canlı sağlığını olumsuz yönde etkilerken, yukarı atmosferdeki ozon yeryüzündeki hayatın  geleceği açısından bir güvencedir.

 Metanın (bataklık gazı) ana kaynağı bataklıklar, çeltik üretimi, hayvancılık vb alanlardır. Atmosferdeki metan konsantrasyonunun yıllık artış miktarı %0.6 kadardır. Metan atmosferde CO2’e göre miktarca çok azdır. Bununla birlikte bir metan molekülünün neden olduğu sera etkisi bir CO2 molekülünün neden olduğu sera etkisinden 7.5 kat daha fazladır. Diazotmonoksit (güldürücü gaz)  kimya endüstrisi, ormansızlaştırma ve bazı tarımsal  faaliyetler sonucu atmosfere salınır. Yıllık artış miktarı yaklaşık %0.25’dir. 

 Atmosferik Sera Etkisi

 Güneş sürekli olarak dünyaya enerji gönderirken, dünya da sürekli olarak kızılötesi radyasyon yayınlar. Eğer başka bir enerji iletim mekanizmasının olmadığını varsayarsak, güneş radyasyonunun absorblanma miktarının, dünyanın yayınlamış olduğu kızılötesi radyasyona eşit olması gereken bir denge durumu ortaya çıkar. Buna, radyatif denge denir. Bu dengenin oluştuğu ortalama sıcaklığa da radyatif denge sıcaklığı denir. Bu sıcaklıkta, bir siyah cisim gibi davranan yerin, absorbladığı güneş radyasyonu ile yayınladığı kızılötesi radyasyonun miktarı birbirine eşit olması nedeniyle sıcaklığı değişmez. Dünyanın radyatif denge sıcaklığı -18oC’dir. Bu sıcaklık, dünyanın ortalama sıcaklığı olan 15oC’den çok düşüktür. Bu iki sıcaklık arasında neden böylesine büyük bir fark vardır?

 Yukarıda verilen soru, dünya atmosferinin kızılötesi radyasyonu absorblaması ve yayınlamasındaki davranış farklılığından hareketle cevaplandırılabilir. Atmosfer bazı dalga boylarındaki radyasyonu absorblarken, diğerlerine karşı tamamen geçirgen davranır. Atmosfer, bu özelliği nedeniyle bir seçici absorblayıcı’dır. Diğer bir deyişle dünya atmosferinin doğal bir sera etkisi özelliği vardır.

 Ozon, 0.2-0.3 μm arasındaki morötesi radyasyonu ve 9.6 μm’ye karşı gelen kızılötesi radyasyonu absorblar. Bu  işlem atmosferde 10 km’nin üzerinde meydana gelir. Bu seviyenin altında subuharı ve CO2, kızılötesi radyasyonun güçlü, görünür güneş radyasyonunun ise zayıf seçici absorblayıcısıdırlar. Şekil 1’den görüldüğü gibi subuharı, 1-8 μm arasında ve 12 μm’den büyük dalga boylarındaki kızılötesi radyasyon için önemli bir absorblayıcıdır. Tek başına CO2 ise, 4 μm ve 13-17 μm arasındaki dalga boylarında etkin bir absorblayıcıdır. Gerek subuharı ve gerekse CO2, 8-11 μm arasındaki dalga boylarına karşı geçirgen davranırlar. Bu dalga boylarına karşı gelen kızılötesi radyasyon atmosferi geçerek uzaya kaçar. Bu nedenle, bu dalga boylarına karşı gelen aralık, atmosferik pencere olarak adlandırılır.

 Son yıllarda artan konsantrasyonları nedeniyle N2O, CH4 ve CFC gibi sera gazlarının toplam etkileri karbondioksitinkine hemen hemen eşittir.  Şekil 1’den de görüldüğü gibi  gerek  N2O gerekse CH4 kızılötesi dalga boylarında güçlü absorblayıcılardır. Diğer taraftan  bir CFC türü olan CFC-12 ise atmosferik pencereye karşı gelen dalga boylarında  etkin bir absorblayıcıdır.  Bu özelliğinin dışında atmosfere bırakılan bir CFC-12 molekülü  sera etkisi açısından 10000 CO2 molekülüne eşdeğerdir.  

                                                                        Şekil 1.

 Dünyanın yayınlamış olduğu enerjinin önemli bir kısmı 4-25 μm aralığındaki kızılötesi dalga boylarında gerçekleşir. Bu enerjinin önemli bir kısmı aşağı atmosferdeki subuharı ve CO2 tarafından absorblanır. Bunun sonucunda bu gazların kinetik enerjisi artar.

Komşu hava molekülleri ile yapmış oldukları çarpışmalarla bu enerjiyi örneğin oksijen ve azot gibi kızılötesi radyasyonun zayıf absorblayıcıları olan gazlarla paylaşırlar. Sonuçta bu çarpışmalar havann ortalama kinetik enerjisini ve dolayısı ile sıcaklığını artırır. Özetle, yeryüzeyinden yayınlanan kızılötesi radyasyonun bir kısmı aşağı atmosferin ısıtılmasında kullanılır.

Seçici absorblayıcı olmalarının yanında, subuharı ve CO2, kızılötesi dalga boylarında seçici yayınlayıcıdırlar. Radyasyon bu gazlardan dışarıya doğru her yönde yayılır. Bu enerjinin bir kısmı yeryüzeyi tarafından absorblanır ve yeri ısıtır. Yer ise almış olduğu enerjiyi tekrar yukarı doğru yayınlar, orada yeniden absorblanır. Sonuçta bu süreç aşağı atmosferin ısıtılmasını sağlar. Böylece subuharı ve CO2, yeryüzeyi üzerinde izolasyon etkisi yaratan bir tabaka şeklinde davranarak, yerin kızılötesi radyasyonunun kolay bir şekilde uzaya kaçmasını engeller ve sonuçta atmosferin sıcaklığı, bu gazların hiç olmaması durumu ile kıyaslandığında, daha yüksek olur. Eğer atmosferde subuharı ve CO2 ve diğer sera gazları olmasaydı, dünyanın ortalama sıcaklığı bugünkü durumdan 33 oC daha düşük olacaktı.

Bir seranın camları görünür ışığın içeri girmesine izin verir, fakat kızılötesi radyasyonun dışarı kaçmasını belli bir dereceye kadar engeller. Bu nedenle, subuharı, CO2 ve metan ve diazotmonoksit gibi  gazların  atmosferde oynamış olduğu rol, sera (greenhouse) etkisi  olarak adlandırılır. Bununla birlikte  konuyla ilgili çalışmalar, sera içerisindeki sıcak hava oluşumunun kızılötesi radyasyonun içeride hapsedilmesinden ziyade, havanın sirkülasyon yeteneğini yitirmesi ve çevresindeki daha soğuk olan havayla karışmamasından kaynaklandığını göstermektedir. Bu nedenle bu etki daha genel bir ifadeyle atmosferik sera etkisi olarak adlandırılır.

Mevcut sera gazlarının üretimine hemen son verilse bile, bu gazların neden olduğu sera etkisi daha uzun yıllar devam edecektir.  Çünkü her sera gazının belli bir atmosferik ömrü vardır. Sera gazlarının  atmosferik ömürleri CO2 için 50-200 yıl, CH4 için 12 yıl, N2O için 120 yıl ve CFC-11 için 50 yıldır.  Diğer taraftan subuharının atmosferik sera etkisine katkısı %60, karbondioksitin %26 diğer sera gazlarının toplam katkısı ise %14 civarındadır.

Troposferik Aerosoller

Volkanik aerosollerin etkisi uzun bir zamandır bilinmesine karşılık endüstriyel kirlilik, fosil yakıtlar ve biyokütle yakımından  kaynaklanan troposferik aerosollerin etkisi henüz  ortaya konmaya başlamıştır.  Katı sülfat partikülleri, fosil yakıtların yanması sonucu  atmosfere salınan kükürtdioksitin (SO2) oksidasyonu ile oluşur. Çeşitli endüstriyel amaçlı veya   doğal ve insan kaynaklı biyokütle  yakımı çeşitli partiküler maddeleri troposfere gönderir.

Aerosollerin iklim sistemi üzerindeki  etkileri iki ana başlık altında incelenebilir.  Pek çok aerosolün doğrudan etkisi,  gelen güneş radyasyonunun bir kısmını tekrar uzaya yansıtmak  şeklindedir. Bunun  doğal bir sonucu olarak aerosollerin lokalize olduğu bölge soğur. Bazı partiküler maddeler (örneğin kurum) ise tam tersi bir etki göstererek lokal ısınmaya neden olur.  Soğuma veya ısınmanın  derecesi  tamamen aerosolün  yapısına ve atmosferdeki dağılımına  bağlıdır.

Troposferik aerosollerin  dolaylı etkisi özellikle önemlidir.  Aerosoller bulut yoğunlaşma çekirdeği olarak  görev yapar, bulut içinde daha çok damlacığın oluşumunu sağlayarak  bulutun yansıtma yeteneğini artırır. Bu da gezegenimizin soğumasına neden olur.   

Arazi Kullanımı ve Ormansızlaştırma

Ormansızlaştırma, yerleşim yeri açma, tarımsal üretim yapmak üzere toprak elde etme, ticari ve sanayi faaliyetler, karayolları yapımı vb etmenlere bağlı olarak, yüzyıllardır sürmektedir. Asit yağmurlarının İskandinav ülkeleri, Kanada ve Almanya’daki ormanlara önemli zararlar verdiği yapılan bilimsel çalışmalarla ortaya konmuştur. Türkiye’de de Karadeniz sahillerindeki, Muğla civarındaki ve Kaz dağındaki ormanların asit yağmurlarından kaynaklanan tahribatlara uğradığını gösteren ciddi belirtiler vardır.

1980’lere göre biraz yavaşlasa da tropikal ormanlar tüketilmeye devam ediyor. Günümüzde Afrika ormanları dünyanın en hızlı tüketilen ormanlarıdır. Sibirya’da her yıl kaybedilen ormanlık alan 4 milyon hektardır. Bu alan Amazon ormanlarında kaybedilenin yaklaşık iki katıdır. Gelecek 40 yıl içinde Tropikal ormanların bulunduğu bölgelerde yaşayan 100 bin canlı türünün tükenerek ortadan kalkması beklenmektedir.

Başta kağıt ürünleri olmak üzere günlük yaşamda kullanımı giderek artan çeşitli ürünlerin, ormanların yok edilmesini hızlandırmaktadır. Yok edilen her orman ile birlikte yeşil örtü kaybolmakta, toprak erozyonu oluşmakta, eko-sistemin bozulması ile iklim değişmekte ve doğal varlıklar kaybolmaktadır. Bu süreçle birlikte toprağın su depolama yeteneği azalmakta, tarım alanları verimsizleşmektedir.

Çayırlık alanların ve meraların işlemeli tarıma açılması ve aşırı otlatma sonucu erozyonda artış meydana gelmiştir. Dünya ölçeğinde her yıl 25.400 milyon ton üst toprak materyeli kaybedilmektedir. Tuzluluk ve alkaliliğin artması nedeniyle tarım arazilerinde verimliliğin azalması veya tümüyle kaybı söz konusudur. Dünyada erozyon oranının en yüksek olduğu kıtaların başında  Asya kıtası gelmektedir.  

Ormansızlaştırma, atmosferdeki karbondioksit miktarının azalmasında ve erozyonun artmasında büyük rol oynamaktadır. Bu durum yeryüzünün albedosunun değişmesine neden olmaktadır.

Şehirleşme

 

Şehirleşmenin lokal ölçekte neden olduğu iklim değişiminin anlaşılabilmesi için öncelikle kentsel ısı adası kavramının iyi anlaşılması gerekir. Şehir iklimi söz konusu  olduğunda akla ilk gelen ilklim elemanı sıcaklıktır. Şehirlerin kırsal kesimlerden daha sıcak olduğu yaklaşık 100 yıldan fazla bir zamandır bilinmektedir. Bu gerçek bilimsel literatürde kentsel ısı adası olarak adlandırılır.  Bu etkinin ortaya çıkmasının nedeni gittikçe artan endüstrileşme ve şehirleşme olgusudur.

Kırsal kesimlerde gelen güneş enerjisi bitki ve topraktaki suyun buharlaşmasında kullanılır.  Diğer taraftan şehirlerde bitki örtüsünün ve açık toprak arazinin az olması nedeniyle, gelen güneş radyasyonunun önemli bir kısmı şehirdeki yapılar ve asfalt yollar tarafından absorblanır. Bu nedenle şehirlerde, sıcak bir günde buharlaşma yoluyla olan soğuma,  kırsal kesimlere göre daha düşük bir oranda gerçekleşir. Ayrıca araçlardan, fabrikalardan ve  ısıtma sistemlerinden  şehir atmosferine sürekli bir ısı enerjisi transfer edilir.

Gece olduğunda şehirdeki yapılar ve asfalt yollar gün boyu  absorblamış oldukları güneş enerjisini yavaş bir şekilde infrared radyasyon olarak şehir atmosferine gönderirler. Dolayısı şehir atmosferinin sıcaklığı, çabuk soğuyan kırsal alanların sıcaklığına göre daha büyük bir değerde gerçekleşir.  

Orta enlemlerde yer alan ülkemizde kentsel ısı adası nedeniyle şehirlerimizin, kışın daha ılık bir havaya sahip olması bu etkinin olumlu bir yanıdır. Ancak yaz mevsiminde güneş enerjisi miktarındaki artış ve Türkiye’yi etkileyen sıcak hava kütlelerinin neden olduğu yüksek sıcaklıklardan kaynaklanan bildik rahatsızlıkların yaşanmasına neden olur.

Gelecekteki iklimimiz ve olası etkileri

Mevcut kanıtlar gezegenimizin belirgin bir ısınma trendine girdiğini göstermektedir. Bu kanıtlar şu şekilde sıralanabilir:

  • Son 1400 yılın en sıcak yılları olarak kabul edilen 1990, 1995 ve 1997’de gerçekleşen sıcaklık rekorları kısa  sayılabilecek bir süre içinde  ard arda kırılmıştır.

 

  • Isınmanın bir sonucu olarak, küresel ortalama deniz seviyesi 10–20 cm arasında bir yükselme göstermiştir. Bu yükselme, geçmiş 3000 yıldaki ortalama artışın 10 katıdır.

 

  • Geçen 50 yıl süresince, kuzey yarımküredeki deniz buzu miktarı % 10-15 oranında azalmıştır. Geçen yüzyıl suresince göl ve ırmaklardaki yıllık buzlu zaman yaklaşık 2 hafta azalmıştır.

 

  • Geçen 40-50 yıllık dönem içinde, yaz sonundan sonbahar başlangıcına kadar Kuzey Buz Denizi’ndeki buz kalınlığı % 40 azalmıştır ve son 100–150 yıl içinde dağ buzullarının yaygın bir biçimde geriye doğru çekildikleri gözlemlenmiştir.

 

  • Geçen 30 yıl içinde dünyanın farklı bölgelerinde kuraklıklar, tropikal siklonlar, seller gibi olağanüstü hava ve iklim olayları oluşmuştur. Küresel olarak, geçen 10 yıl boyunca, meteorolojik karakterli afetlerin sayısı tam iki kat artmıştır. Sürekli kuraklık ve çölleşme, ihtiyaçlarını topraktan karşılayan 1.2 milyar insanın hayatını ciddi anlamda tehdit etmektedir. 1997/1998’de yaşanan ve geçen yüzyılın en önemli felaketi olan El Niño olayı, tahminen 110 milyon insanı etkilemiştir.

 

  • Küresel ısınmanın belki de en çarpıcı kanıtı, flora ve faunadaki değişiklerdir. Kuzey Yarımküre’nin bazı bölümlerinde, yetişme dönemi 1960’ların başından bu yana yaklaşık 11 gün uzamıştır. Yetişme dönemindeki değişiklikler, 1970’lerden beri küresel ısınmanın bir yansıması olarak daha ılıman geçen kış mevsimlerine bağlanmaktadır. Öteki değişiklikler Alplerin yüksek bölümlerinde yetişen bitkileri, yumurtalarını erken bırakan kuşları ve alanlarını kuzeye doğru genişleten kelebekleri içermektedir. Güney Okyanusunda, bitkiler daha güneydeki adalarda yetişmekte ve Antarktika Yarımadası’na doğru yayılmaktadır.

 Yukarıda bahsedilen ısınma trendinin devam etmesi durumunda gelecekte dünya ikliminin nasıl bir şekil alacağı bugün üzerinde en çok çalışılan konuların başında gelşmektedir. Geleceğe yönelik öngörüler,  karmaşık atmosfer-okyanus genel dolaşım modelleri, enerji kullanım senaryoları ve sera gazı emisyon projeksiyonlarının çıktılarına dayanmaktadır. Gelecekle ilgili öngörülerde birçok kuşkular bulunurken, iklim modellerinin yararlı öngörüler sağlama konusundaki güvenilirliği önemli ölçüde artmıştır. Bu, 1994 yılındaki Pinatubo volkanik püskürmesinin küresel ortalama yüzey sıcaklığına etkisini gösteren geçmiş iklim olayında olduğu gibi, El Niño-Güneyli Salınım (ENSO) ve musonlar gibi var olan iklimin başarılı model simülasyonlarıyla da gösterilmiştir. İklimimizin geleceği ile ilgili başlıca senaryolar şu şekilde özetlenebilir:

 

  • IPCC Üçüncü Değerlendirme Raporuna göre, 1990-2100 döneminde küresel ortalama yüzey sıcaklığı 1.4–5.8°C arasında yükselecektir. Öngörülen bu ısınma oranı, 20. yüzyılda gözlenen değişikliklerin çok üzerindedir ve büyük bir olasılıkla en azından geçen 10.00 yıl süresince gerçekleşenlerden daha yüksektir.

 

  • 2100 yılına kadar, deniz seviyesinin 9–88 cm arasında yükseleceği öngörülmektedir. Bu yükselme, önemli sosyo-ekonomik etkiler yaratacak, adalar, limanlar, bazı tarım alanları, tatlı su kaynakları, turizm alanları ve verimli kıyı bölgeleri tehdit altında kalacaktır.

 

  • 21. yüzyıl süresinde yağışın şiddetleneceği öngörülmektedir. Alçak enlemlerde, yağışlarda bazı bölgelerde azalma, bazılarında ise artış olacaktır. Orta ve yukarı enlemlerde, yağış olayları şiddetlenecektir. Sel ve kuraklıklar daha da yaygınlaşacaktır.

 

  • Bugünkü öngörüler, El Niño olaylarının gelecek 100 yıl içinde daha geniş bir alanı etkileyeceği şeklindedir. Yüksek sıcaklıklarla birlikte El Niño kaynaklı seller ve kuraklıklar çok daha şiddetlenecektir. Asya’daki Muson yağışlarının da biraz artması olasıdır.

 

  • Kuzey yarımküredeki karla kaplı yüzey ve deniz buzu azalacak ve buzullar geri çekilmeye devam edecektir. Gerçekten de, Ekvator yakınındaki Kilimanjaro dağının zirvesindeki buzulun son yıllarda geri çekildiği gözlemlenmektedir.

 

  • İklim değişikliği pek çok yönden insan sağlığını da etkileyecektir. Bu etki doğrudan ve dolaylı etkiler olarak sınıflandırılabilir. Bazı hastalıkların sayısında bir artış görülürken, iklim değişikliği, tehdide açık olan bazı türlerin neslinin tükenmesi riskini doğurabilir ve biyolojik çeşitliliği daha kötü bir duruma sokabilir. Mercanların ölüm oranları % 95’lik bir artış gösterecektir.

 

  • Bu öngörüler önümüzdeki 100 yıllık dönemi kapsarken, sera gazlarının atmosfere salınması bugün tamamen azaltılsa bile karbondioksit gibi gazlar uzun ömürlü olduğu için, insandan kaynaklanan iklim değişikliği ile ilgili kaygılar yüzyıllar boyunca sürecektir.

 

  • Ancak, fırtınaların sıklık ve şiddetindeki artışlar, sel ve kuraklık gibi diğer anormal hava ve iklim olayları, büyük şehirsel alanlardaki sıcak hava dalgaları, deniz seviyesindeki yükselmenin alçak uzanımlı kıyı bölgelerine etkisi gibi olaylar insanlığın yakın zamanda karşılaşması olası tehditlerdir. Ayrıntılı yerel ya da havza düzeyli iklim değişikliği öngörüleri henüz erişilebilir olmamasına karşın, son yıllarda gözlemlenen değişikliklerin süreceği düşünülmektedir ve bu değişiklikler birçok yönden yaşamımızı etkileyecektir.

 İklim değişikliğinin doğurduğu tehditleri karşılamaya yönelik planlama, gelecekteki olası olayların boyutlarının ayrıntılı olarak haritasının çıkarılmasını ve bu tehditlerle savaşmak için uygulanacak politikaların belirlenmesini gerektirmektedir. Gelecekte, teknolojik ilerlemelerdeki hızlanma ile belirsizlikler azalacak ve böylelikle iklimle ilgili yapılan çalışmalar da gelişecektir. Bu bakımdan, iklim sürecinin daha iyi anlaşılması, bilgisayar ve uydu teknolojisindeki gelişme, yerel ve bölgesel düzeyde daha iyi öngörülerin yapılmasını sağlayacaktır. Aynı zamanda bilim adamları da, küresel ısınmanın engellenmesi için teknolojik çözümler üzerinde çalışmaktadırlar. Bir çok durumda, asıl konu bunların ekonomik olarak uygulanabilir ve çevresel açıdan da kabul edilebilir olup olmadıklarıdır. Şu anda, karbondioksit salımlarını azaltmanın en umut vadeden yolu yenilenebilir enerji kaynaklarıdır. 

İklim değişimi karşısında takınılacak en gerçekçi tavır, değişen iklim koşulları altında yaşamayı, üretim yapmayı, su ve toprak kullanmayı öğrenmektir. Bunun yolu da hava, su ve toprak ortamını bozmadan, kirletmeden kullanmayı öğrenmekten ve hepsinden önemlisi gelecek nesillerin yaşam hakkına saygı duymaktan geçmektedir.