http://arsiv.ntv.com.tr/news/319674.asp
Tiyatro yönetmeni YÜKSEL YOLCU
Iğdır’dan Berlin sahnelerine dokunan yürek
Yolcu ailesi, 70’lerin başında Iğdır’dan göç etti Berlin’e. Beş kardeşin üçü
sanatçı. Ağabey Mürtüz, Berlin’de Diyalog Tiyatro Festivali’nin yönetmeni. En
küçük kardeş Yücel, İstanbul’da film yönetmeni.
Suha Çalkıvik
18 Nisan 2005 — Yüksel Yolcu, son yıllarda
Almanya’nın en çok tercih edilen, en üretken genç tiyatro yönetmenlerinden biri.
Yüksel Yolcu, Iğdır’da 1966’da doğdu. 6 yaşında Berlin’e yerleşti. Berlin Teknik
Üniversitesi‘nde Pedagoji okudu.
Berlin Güzel Sanatlar (HdK) Oyunculuk Bölümü’nü bitirdi. Schiller Theater, Grips
Theater ve Caroussel Theater´de oyunculuk yaptı. Paris’te Yönetmenlik öğrenimi
gördü.
1994’den itibaren altı yıl boyunca ‘mask’
eğitimi aldı. Paris‘te bulunduğu dönemde Ariane Mnoschkine, Simon Akbarian ve
Mario Gonzalez gibi ustalarla Theatre du Soleile ve Theatre du Movement´te
çalıştı. Kopenhag, Malmö ve Göteborg‘da konservatuar oyuncuları ile mask
çalışmaları yaptı.
Sinemada oyuncu olarak Wim Wenders, Andreas
Dresen ve Roland Suso gibi yönetmenlerle çalıştı. Beş yıldır Alman Devlet
Tiyatroları’nda rejisör olarak çalışıyor.
2003 yılında ‘Grimm Kardeşler Ödülü’nü
kazandı. Anouilh, Steinbeck, Brecht, Fugard, Shakespeare ve Çehov yorumlarının
yanı sıra, Almanya’da birçok yeni oyunu ilk kez sahneleyen yönetmen oldu.
Yüksel Yolcu’nun en son sahneye koyduğu,
Shakespeare’in ‘Kuru Gürültü’ adlı eseri, bugünlerde Gera Devlet Tiyatrosu’nda
oynanıyor.
Yurtdışında yaşayan ve dallarında çok
başarılı olan, ama isimlerini dahi duymadığımız sanatçılarımızla yaptığımız
söyleşi dizimize, Öykü Önal’dan sonra Yüksel Yolcu ile devam ediyoruz.
Iğdır’dan Berlin’e göç edişinizden
başlayalım mı?
1960’ların ortasında, 70’lerde Almanya,
işçi istiyordu. Babam yazıldı oraya. 1970’de babam geldi önce Almanya’ya, bir
sene sonra yalnılığa dayanamadı, annemi istedi yanına, bir süre çalışıp geri
dönecekti. Biz beş kardeşiz, önce üçümüzü aldırdı babam yanına, sonra diğer iki
kardeşim de geldi Berlin’e. 1970’de buraya göç etmesinin asıl nedeni fakirlikti,
biz beş çocuğuz, babamın da beş kardeşi vardı. Kolay değildi bu. Ama şimdi
düşünüyorum da, ömür boyu babama minnettar olacağım bu kararından dolayı. İyi ki
babam, bu adımı attı, iyi ki bu cesur kararı aldı.
Neden tiyatro?
Sekiz ya da dokuz yaşındaydım beni ilk kez
tiyatroya götürdüler. O gün prova yapıyorlardı, küçücük bir salonda pantomim
yapıyorlardı. O provaya gittiğimde, salonda acayip bir sessizlik vardı ve bu
sessizliğin içinde vücutlar oynuyordu, bir şeyler anlatıyorlardı. Ama o
tiyatronun, salonun kokusu beni çok etkiledi. O sessizliğin içinde sanki bir sır
varmış gibiydi, hayat değildi o, yani bizim o dışarıda otobüste olsun, evde
olsun, o realite yoktu da sanki ‘başka bir gerçek’ vardı. O sanki başka bir sır
gibiydi. O beni çok etkilemişti. Şu anda bile girdiğim tiyatronun o kokusunu
aldığımda, o boş salondaki sessizlik, mükemmel bir şey. Tiyatro sevgisi galiba
öyle oluştu. Ondan sonra, bir defasında izlemiştim Paris’te Ariane Mnouchkine’i
izlemiştim, ondan çok etkilenmiştim.
Benim babam çok ciddi bir insandır, ama bir Azeri köy düğününde oynamaya
kalktığında müzikle birlikte gözleri büyürdü, gururlanır ve bütün o ciddi yüz
ifadesi değişiverirdi. Benim için, bu da bir anlamda tiyatro. Onun dışında,
bizim köyümüzde biri öldüğünde kadınlar çok ağlarlardı, üzerlerini yırtarlardı,
yemekler yapılırdı, bahçelerde insanlar toplanır, ağlarlardı. İnsanoğlu o tür
durumlarda daima kişiliğinden çıkıyor, başka kurallara uyuyormuş gibi oluyor, o
an Tanrı’yı arıyor sanki. Dört, beş yaşındayken bizim köyün ortasındaki ana
yolda insanlar zincirleri almışlar ellerine, kendi sırtlarına vuruyorlardı,
kanıyordu vücutları. Ben çok korkmuştum, çok etkilemişti beni bunlar. Yani
insanın o acının içine girebilmesi, o derece fanatik olabilmesi...Zaten insanın
Tanrısal bir tarafı da olur, aptal bir tarafı da olur. Bu, çok ilginç bir
karışım.
Pedagoji eğitiminin tiyatro anlayışınıza
katkısı oldu mu?
Bir yandan avantajı oldu, bir yandan da
dezavantajı oldu galiba. Çünkü pedagoji devamlı insanlarla konuşmayı, iletişime
girmeyi, dertlerini dinlemeyi anlatır. Bu bazen kötü oluyor, çünkü ben bir
oyunun provalarında oyuncularla çok fazla konuşurum. Onlar bir figürü bilmek
isterler, o durumu, felsefesini öğrenmek isterler. Ama benim için prova, sürekli
konuşmak değildir, bir şeyleri denemektir, yapmaktır. Bazı oyuncular korkudan
ötürü kaçarlar oyundan. Onların bu kaçamakları da, oyuna bağlanmaları için
onlarla habire konuşmanıza neden olur. Böyle şeyi sevmem ben. Pedagojide çok
konuşmayı öğrendim. Bu biraz dezavantaj oldu galiba. Ama pedagoji bölümündeyken
psikoloji dersleri de vardı. İlginç olan buydu zaten. İnsan psikolojisi olsun,
insan çocukluğunda nelerden etkilenir, toplumdan nasıl etkilenir, aile değerleri
nasıl etkiler? Bu eğitim, bir ön hazırlık gibi bir şey oldu. Zaten benim
pedagoji okumam tesadüfen değil. Ben bir şeye inanırım: hiçbir insan, bir şeyi
boşuna yapmıyor zaten. Bunlar, insanın önündeki yolda ilerlerken ona yoldaşlık
eden şeylerdir.
İnsanın bunları iyi değerlendirmesi gerekiyor, bunların insanın gözünü
açması lâzım. Sonuçta, pedagojinin çok yardımı oldu. Oyuncularla sürekli
iletişime girmeyi öğretti. Kızmadan, bağırmadan, bu çok önemli. Bu bizim
toplumda özellikle çok önemli, çünkü Türkiye’de çok duygusal insanlarız, hemen
patlarız. Ama bunların tiyatroda yeri yoktur, olamaz. Tiyatroda bir yerlere
varamayız öyle olursak.
Üç kardeş sanatçısınız. Kardeşiniz Yüce
Yolcu’yu tanıyoruz. Anlat İstanbul filminin yönetmenlerinden biri. Diğer
kardeşleriniz sanatla ilgileniyorlar mı?
Ablam çocuk eğitmenliği yapıyor. En büyük
ağabeyim taksi şoförlüğü yapıyor. Onlar sanata yakın değiller. Ama biz üç kardeş
aynı dalda olmasak bile sanatla uğraşıyoruz. Hatta bir ara Berlin’de Güzel
Sanatlar’da bizim aileden üç kişi okuyorduk. Ben oyunculuk okuyordum. Yücel,
sinema okuyordu, kuzenim de resim bölümünde idi.
Ağabeyiniz Mürtüz Yolcu da 10 yıldır
Berlin’de yapılan Uluslararası Diyalog Tiyatro Festivali’ni yönetiyor.
Türkiye’den oyunlar davet ediyorsunuz. Bu da heyecan verici bir oluşum.
Türkiye’den topluluklar gidiyor, yabancı topluluklarla birlikte oynuyorlar.
Türkiye’ye sık sık gelerek oyunları izliyorsunuz, Almanya’daki tiyatro anlayışı
ile Türkiye’deki tiyatro anlayışının farklılıkları neler?
Almanya’da tiyatro, toplum için çok önemli
görülüyor. Tiyatronun topluma verdiği eğitimi çok ilginç buluyorlar. ‘Onsuz
olmaz’ diye görülüyor tiyatro. Toplumu eleştirecek, toplumun hakikaten aynası
olacak bir unsur olarak görülüyor. Tiyatro sadece insanları güldürme, eğlendirme
aracı olarak görülmüyor. Almanya’daki kuşakların değerlerini eleştirecek bir
okul olarak görüyorlar, bu çok önemlidir. Almanya’daki bir başka farkı da,
buradaki tiyatro yapan topluluklar olsun, yönetmenler olsun hayata karşı
vizyonlarını hiç korkmadan, çekinmeden ortaya koyabiliyorlar. Buna da toplum
kızmıyor. “Bunu niye böyle yaptın? Yapılmaz! Seni cezalandıracağız.” Böyle
tabular yoktur. Bunun böyle olması çok önemli, çünkü sanat, tiyatro daima başka
bir şey söylemelidir. Tiyatronun görevi de bu. Hakikaten toplumu eğitmesi lâzım.
Eğitmesi, bir öğretmen gibi değil de başka bir yönden etkilemesi lâzım. Ama o
toplumun tiyatrosunu koruması lâzım, ona o serbestliği vermesi lâzım. Onu
kırmadan.
Siz Türk tiyatrosunda, izlediğiniz
oyunlarda bu özgürlüğü görebiliyor musunuz?
Maalesef o kadar bulamadım. Türkiye’deki her oyunu izlemedim, yirmi oyun vardır
izlediğim. O oyunlarda gözüme çarpan bir şey oldu; Hani, bir misafirliğe
gidersiniz. O misafirlikte bir şeyler olur, kalkıp bir şey söylemek ister insan
veya bir şeyi eleştirmek ister veya insanın kalbinden geçen bir şey olur. Hani
dersiniz ya, “boşver ya, söylemeyeyim, ayıp olur.” Türkiye’de tiyatro, biraz
böyle. Tamamen açılmıyor, açılamıyor. Tiyatro yapanlar, yönetmenlik yapanlar
galiba biraz eski ustalarımızın gölgesinde kaldılar. “Tiyatro eskiden nasıl
yapılırdı? Tiyatronun geleneği nasıldır? Biz bunu öyle söyleyelim” şeklinde
yaklaşıyorlar. Ama bu, her zaman olmuyor. Çünkü sanat bize, hayatın bir akış
olduğunu anlatır. Hayatın bize kalıplanmamış bir şey olduğunu anlatır. Her
toplumun, her kuşağın doğurduğu kendi doğurduğu yönetmen vardır. Bu yönetmenler
kendilerine ait bir şeyler yaparlar. Kendinden çıkarak, hiç korkmadan, kendi
kalbi, misyonu neyse, onu ortaya koyabilmesi lâzım. Bunun ortaya konabilmesi
için, şimdiye kadar olan o kalıpları, o düşünceleri biraz olsun yıkmak lâzım.
Yıkmak, çok önemli.
Orada oyunculuk da yaptınız, yönetmenlik
yapıyorsunuz. Bunu neye borçlusunuz? Aldığınız tiyatro kültürüne mi, yaratıcılık
yolunda yaptığınız çalışmalara mı? Siz şu anda Almanya’da Devlet Tiyatroları’nda
ve diğer önemli tiyatrolarda oyunlar sahneliyorsunuz. Hatta bir çok oyunu
dünyada ilk kez siz yönetiyorsunuz.
Birkaç oyunu ilk kez ben sahneye koydum.
Bilmiyorum, ama bunun nedeni tamamen benim Iğdır’dan, Türkiye’den gelmemden
kaynaklanıyor. Biz duygusal insanlar olduğumuz için, Anadolu’da yaşayan
insanların kafalarında kalplerinde bir sürü resimler vardır aslında. Alman
tiyatrosu daha çok analiz eden, düşünen tiyatrodur. Almanlar tiyatrolarına
‘konuşma tiyatrosu’ diyorlar zaten. Goethe’si olsun, Schiller’i olsun,
Nietzsche’si olsun, bunlar acayip derinden düşünen insanlardır. Ama ben sahneye
oyun koyduğumda, daha çok resimleri koyuyorum. İnsanları duygusal taraflarından
yakalamak istiyorum, onların kalplerine dokunmak istiyorum. Burada bazı
tiyatroların hoşuna gitmez bu. Ama bana sahneye koymak üzere bir oyun
verdiklerinde, oyunu hiçbir zaman fazla analiz edemiyorum zaten. O oyunu
aldığımda hangi yankıyı yapıyor benim içimde, hangi resimler oluşuyor, o çok
önemli. Örneğin, 2002 yılında bana Fluchtwege (Kaçış Yolları) adlı oyunu
verdiler yönetmem için. Yugoslavya savaşını anlatıyordu oyun. O oyunu çalıştım
ve sonra “bu, böyle olmaz!” dedim ve oraları görmeye gittim. O oyunu okuduğumda,
bizim Türkiye geldi gözlerimin önüne, göçler olsun, kaçışlar olsun. Bu resimler
oluştu kafamda ve oyunu yaptım. Çok başarılı oldu oyun ve 2003 Grimm Ödülü’nü
aldım o oyunla. Fark galiba bu.
Sadece Almanya’da değil tüm Avrupa’da
gitgide yükselen ırkçılık dalgası, Iğdırlı yönetmen Yüksel Yolcu’ya, tiyatronuza
nasıl yansıyor?
Yansıyor tabii. Tiyatro yapmanın ana amacı
bu zaten. İnsana, insan olduğunu hatırlatması. Tiyatro bunu hatırlatıyor.
Tiyatro yeni bir şey ortaya koymuyor. Biz, insanlara daima hatırlatıyoruz. Bizim
istediğimiz de, insanları o ayrımdan, ırkçılıktan uzak tutmak. Kendi aralarında
veya başka ülkeler arasında barış içinde, kardeşlik içinde, gerçi bu laflar çok
söylendi ama, yaşamaları gerektiğini hatırlatmak. Ama ben sinemanın bu konularda
çok daha etkili olduğunu düşünüyorum. Örneğin bu dönemde iyi bir film
yaptığınızda, iki üç ay sonra bütün dünyada oynayabiliyor. İnsanın bilincini
değiştirebiliyorsunuz o filmle. Ama tiyatroda maalesef, bir oyunu 2000-3000 kişi
izleyebiliyor. Bunun dışına çıkamıyor. Bir toplumda tiyatroya, kültüre ayrılan
para çok az. İnsanların insanlıktan uzaklaşmaları, ırkçılık, insanlığın nereye
gittiğini anlatıyor aslında. Şimdiye kadar yaşadığımız değerlere göre, arayış
içinde olduğumuz o dinler olsun, o felsefeler olsun bir yerlere varamadılar. Bir
şeyleri yanlış yaptık biz. İnsanlık bir şeyi yanlış yaptı. Ama bunu bilmesi
lâzım. Tiyatro ne kadar etkili olur bunda? Bilemiyorum. Kötümser değilim ama,
bunun değişmesi için daha çok para ayrılması lâzım, onun için her şehre tiyatro
yapmak lâzım. Örneğin bu konuda Fransa’yı çok seviyorum. Fransa’nın ne kadar
küçük bir şehri olursa olsun, o şehrin daima bir tiyatrosu oluyor. Almanya’da da
böyle bu. Iğdır’da bir sinema bile yok. Tiyatro, hiç yok. Bu çok önemli, insanın
eğitilmesi için çok önemli.
Iğdır’da sinema, tiyatro yok. Ama
kıpırdanmalar başladı Anadolu’da. Van’da, Sivas’ta, Diyarbakır’da tiyatrolar
seyirci rekoru kırıyorlar artık. Nazım Hikmet’in Yolcu’su, Vasıf Öngören’in
Zengin Mutfağı oynanırsa, seyirci dolduruyor salonları. Sizin gelip bu
topraklarda tiyatro yapma gibi bir projeniz var mı kafanızda? Türkiye’den davet
aldınız mı hiç?
Birkaç konuşma oldu ama bir sonuca
varılmadı. Yalnız, ben çok isterim gelip çalışmayı. Hani ‘insanın bir şeye kanı
kaynar’ derler ya, çok isterim. Çünkü ben şimdiye kadar Paris’te çalıştım,
Almanya’da çok çalıştım, hatta Danimarka’da, İsveç’te çalıştım, yalnız
Türkiye’de olmadı. Çok isterim Türkiye’deki oyuncularla çalışmayı. İzlediğim
kadarıyla Türkiye’de mükemmel oyuncular var.
Ben gelip orada Shakespeare’in Fırtına oyununu yapmak isterim veya
Mevlana üzerine çalışmak isterim. Veya Yunan tragedyalarından bir oyun koymak
isterim. Benim içimde, kalbimde yatan bir istek bu.
Her geçen yıl Türkiye’de konservatuarların
sayısı artıyor. Yılda ortalama 200 kadar oyuncu adayı mezun oluyor bu
okullardan. Fakat ödenekli tiyatrolarda bu sayılarda kadrolar yok. İşsiz
oyuncular ordusu büyüyor. Genç oyuncu arkadaşlara ne yapmalarını önerirsiniz?
Okulu bitirdiğinde insan çok idealist
oluyor. İdealist olmaları da çok önemli. Onların kendi yollarında gitmeleri
lâzım. Rüyalarını, o isteklerini hiçbir zaman kaybetmemeleri lâzım. Devlet
Tiyatroları’nda kadrolu oyuncu olarak çalışmak önemli ama biraraya gelip yeni
bir tiyatro ekibi kurmak, yeni adımlar atmak, yeni oyunlara da el atmak. Yeni
formüller, yollar bulmak da lâzım, yeni estetikler bulmak lâzım. Ama yepyeni bir
şey değil, herşey vardır zaten. Ama düne, eskiye bakarak onları yeni şeylere
çevirmek lâzım. Biliyorum, tiyatro hakikaten parasız olmuyor. Çünkü insanların
yaşamaları lâzım, kiralarını ödemeleri lâzım, ama yapabildikleri kadar yeni bir
şeyler yapmaları lâzım. Sanatçı ruhlu insanlardır bu insanlar. Öldürmek
istiyorsanız bu insanları, alın onların elinden tiyatroyu, oyunculuğu alın
ellerinden, onları öldürürsünüz böylece. Ama böyle insanların ölmemesi için
onları toplumda korumak lâzım. O sanatçıların bir şeylere inanmaları, kendi
yollarından gitmeleri lâzım. Kendilerini geliştirmeleri için, tiyatro
anlayışlarını geliştirebilmeleri için olabildiği kadar başka yerlere de
gitmeleri, başka ülkelere de gidip oralardan da bakmaları lâzım. Çünkü tiyaro
kitaplardan oluşmuyor. Tiyatro, geriye bakarak da olmuyor. Tiyatro için hayatı
izlemeliyiz. Geçenlerde önemli bir Alman tiyatro dergisinde şöyle yazıyordu:
“Alman tiyatrosu Tanrı’yı keşfetti” On tane tiyarodan örnek verilmişti yazıda. O
tiyatrolarda İncil’den oyunlar koyuyorlar veya konusu Tanrı olan oyunları
değiştirip sahneliyorlar. Yani, bu çok doğal. Çünkü insanlık bir yerlere
varmıyor. Neyi kabul ettik biz? Beckett’in Godot’yu Beklerken oyununu. ‘Godot’,
‘God’ yani Tanrı’yı beklerken, ‘kaç seneden beri Tanrı’yı bekliyoruz’, diyorlar.
Yeni bir şey söyleyemiyorlar bunlar tiyatroda.
Yeni sahnelediğiniz projeniz Shakespeare’in
Kuru Gürültü oyunu. Almanya’da sahnelediğiniz bir oyunu Türkiye’ye getirmek gibi
bir girişiminiz oldu mu?
Oyun, 8 Nisan’dan beri Gera şehrinde Devlet
Tiyatrosu’nda oynanıyor. Sonra Altenburg’a turne yapacak aynı oyun. Bu oyunların
Türkiye’ye gitmesini çok isterim. Ancak bu oyunları Alman devlet tiyatrolarına
yaptığımız için organizasyonlarına karışamıyorum. Kendi bağımsız tiyatrom
olsaydı, bu mümkün olabilirdi.
Hatta birkaç yıl önce Aziz Nesin’in ‘Hadi Öldürsene
Canikom’ oyununu sahnelemiştim burada. Türkiye’ye, Adana Devlet Tiyatrosu’nun
festivaline davet edilmiştik, ben de gitmiştim. O çok güzel bir duyguydu. Böyle
bir fırsat, bir daha olsa çok isterim gitmeyi. Hatta en son, geçenlerde
Berlin’de Neuköllner Oper Berlin’de bir opera sahneye koydum, adı İstanbul‘un
Gülü. İstanbul Devlet Tiyatrosu Müdürü Osman Wöber oyunu davet etmek
istediklerine dair bir yazı yazdı bize, kesinleşmesini bekliyoruz.
Kazandığınız Grimm Kardeşler Ödülü’nden söz
eder misiniz?
Grimm, Almanya’da iki yılda bir verilen bir
ödül. Edebiyat dalında da, tiyatro dalında da verilebiliyor. Grimm, topluma çok
yararlı olan sanatçılara veriliyor. Bana ödülü, konusu Yugoslavya savaşı olan
Fluchtwege oyunum nedeniyle verdiler. Grimm Kardeşler Ödülü, Almanya’da çok önem
verilen ödüllerden biri.