(Bu yazı, CNBC-e Dergisi’nin Kasım  2006, 82. sayısında yayımlanmıştır)

Suha Çalkıvik

 

Büyücü Lars von Trier’den Salgın ve Avrupa

Deneysel cesareti ve teknik açıdan etkileyici anlatımı ile sinema dünyasında son yılların en çok konuşulan yönetmenlerinden Danimarka’nın harika çocuğu Lars von Trier, iki filmi ile ‘Ustalara Saygı’ kuşağında yer alıyor. Yönetmenin doğuş filmleri olarak nitelendirilen, Avrupa üzerine çektiği üçlemenin ikinci filmi Epidemic / Salgın ve son halka olan Europa (Zentropa) / Avrupa adlı yapıtlarıyla buluşacağız. -Üçlemenin ilki, 1984 yapımı The Element of Crime / Suç Unsuru idi-

Epidemic (1987), yönetmen von Trier’in senarist arkadaşı Niels Vorsel ile üzerinde çalıştıkları The Cop and the Whore adlı 200 sayfalık bir senaryonun bilgisayardan silinmesi üzerine yeni bir filmin yazımı üzerine gelişir. ‘Film içinde film’ kurgusunda geliştirilen Epidemic’te, kâğıt üzerinde dünyaya hızla yayıldığını varsaydıkları salgının, gerçek hayatta kendi yazdıklarının bir sonucu olduğunu fark ederler. Sinemacı ikilinin yazdığı her sahne, her satır, dünyaya onların yaydığı bir virüstür aslında. Yönetmen, kendi oynadığı genç idealist Dr. Mesmer karakterinde, Bertolt Brecht ve Luigi Pirandello gibi oyun yazarlarının tiplemelerine atıfta bulunurken, kimi siyah-beyaz sahnelerdeki görsel sürprizleriyle David Cronenberg ve David Lynch’e saygılarını sunuyor.

Epidemic filminin güzelliği, Lars von Trier'in seyirciyle oyun oynaması, salgın hastalık konusunun aynı anda mı geliştiği, yoksa sadece öykünün bir parçası mı olduğuna asla kesinlik kazandırmamasıdır. Bu belirsizlik, von Trier'in hayal, gerçek ve yaratıcı süreci aynı tutkuyla aktarmasını sağlıyor. Idiots (1998) gibi yapıtlarının karmaşıklığı ile mücadele etmiş olan sadık seyircisi için Epidemic, yönetmenin en iyi filmi olmayabilir, ancak onun kariyerinin ileri dönemlerindeki saplantılarının ipuçlarını veriyor.

Üçlemenin son filmi Europa (1991), ünlü oyuncu Max von Sydow’un büyüleyici derin sesi eşliğinde demiryolu raylarında başlar.Yönetmen, filmin iki ana metaforunu hemen açılışta gösterir: hipnoz ve trenler. Bu iki motifin hem öykünün anlatımı düzeyinde hem de daha soyut bir amacı var. Kitle hipnozu olan Nazizm yönetimi sırasında neler olduğu, bütün halkın Hitler'in büyüsüne kapılışı anlatılır. Trenler, öyküyü ileri taşır ve Almanlar’ın mekanik düzene olan saygısını, savaş sonrası ekonomik mucizesini ve Nazilerin Yahudi kıyımını sembolize eder. Filmin çarpıcı bir sahnesinde işçiler, Yahudileri ölüm kamplarına taşıyan araç olan Zentropa’nın yenilenmiş bir tanesini depodan çıkartırken görülür. Motoru çalışmayan bu birinci sınıf araç, Almanlar’ın savaşın gerçeklerine karşı duyarsızlığını simgeler. Leopold Kessler, Alman asıllı bir Amerikalı’dır. Atalarının ülkesini tanımak ve çalışmak üzere 1945’te savaştan yenilgiyle çıkmış olan Almanya’ya göçer. Zentropa treninin yataklı vagonunda kondüktör olarak işe yerleştirilir. Hartmann ailesinin akşam yemeği davetinde Katharina ile tanışır. Max Hartmann’ın amacı, Zentropa’nın ulaşım ağının hızla yeniden inşa edilmesidir. O, müttefiklerin ülkesindeki ayıklama uygulamaları karşısında tarafsız kalmakta, ülkesi için çırpınıp durmaktadır. Nazilere bağlı Kurtadamlar yeraltı örgütü, Leopold’u tehdit ederek kendi safına çeker. Leopold artık tarafsız kalamadığını kavrar ve zor bir karar aşamasına gelir.

Lars von Trier'in filmi, Naziler ve kilise arasındaki bağlar açısından biraz muğlak kalsa da filmin bir yerinde bunun ipuçları bulunabilir. Hartmann'ın gizli cenazesinde - Amerikalılar halkın toplanmasına izin vermez- Kessler'den toplama kampından kurtulanların bulunduğu gizli bir bölmeden kayınpederinin tabutunu çıkarması istenir. Kessler, trenin bu bölümünün hiç farkında olmadığını söyler. Sorumluluk almama tavrının hemen ardından ortaçağ ölüm danslarını andıran bir cenaze töreni yapılır. Film yavaş yavaş Amerikan beceriksizliği ve saflığı ile Alman bürokratik darkafalılığının korkunç bir bileşimine dönüşür. Ulusal stereotiplerin karışımı olan Kessler'in, Zentropa trenini bombalamaya kalkması sırasında film doruk noktasına ulaşır. İnsanlığın en karanlık günlerine dair eğlenceli bir film yapmak, küçümsenecek bir başarı değil. Bazı karakterlerin sığ işlenmesine, eleştirel esprilerin bir süre sonra sıkıcı bir hale gelmesine karşın, Europa, kıtanın geçmişi ve geleceği hakkında karamsar bir bakış sunan, son derece gösterişli bir politik gerilim filmi.