(Bu yazı CNBC-e Dergi Şubat 2007 sayısında yayımlanmıştır.)

 

Suha Çalkıvik

Muhteşem bir kâbus: Taxi Driver

 

Taxi Driver  filmi, bir taksi sürücüsünün hikâyesi değildir. Büyük şehirdeki modern hayatın nimetlerinin yanı sıra, dayatılan kronik hastalıklı bir ortamda; Vietnam sendromu sebebiyle gerçek kimliğine kavuşamayan bir insanın, karanlık melankolik ruh haliyle, yaşadığı yalnızlığın filmidir.

Paul Schrader’ın yazdığı senaryo, önce Brian De Palma’ya teklif edilmişse de proje gerçekleşmez ve daha sonra Martin Scorsese’ye ulaşır. Robert De Niro da zaten o sıralarda bu tip bir hikâyenin peşindedir. Çok düşük bir bütçeyle, 1975 yılının yaz aylarında New York’ta çekimler gerçekleştirilir. O sıcak döneminde kentte yaşanan büyük çöp grevi, filmin vermek istediği keşmekeşi ve insanların kaotik ortamdaki bezginliklerini yansıtmak adına, doğal bir atmosfer oluşturur.

Travis Bickle (Robert De Niro) savaş gazisi olarak Vietnam’dan New York’a dönmüştür. Hayata bir an önce karışmaya çabalasa da yabanıl ahlâk anlayışı, onun metropol hayatına uyum sağlamasını zorlaştırır. Uyku sorunu olduğundan geceleri çalışacağı bir taksi işi bulur. Şehrin sokaklarında dolanırken, ruhunun daha da sıkıştırıldığını, kâbuslarla boğulduğunu hissetmektedir. Bir seçim kampanyasında gönüllü olarak çalışan sarışın sekreter Betsy’e (Cybill Shepherd) beraberlik teklif eder. Her şey yolunda gibi görünür. Ama Travis onu bir akşam pornografik filmlerin oynatıldığı bir sinemaya götürür. Travis’e göre bu, çok normal bir şeydir. Betsy o günden sonra onunla görüşmek istemez. Travis birkaç kez ulaşmaya çalışır ama her seferinde red cevabı alır. Betsy’in yanında çalıştığı siyasetçi, taksisine iki kez biner. İlkinde adam bir fahişe ile birliktedir, diğerinde Travis şehir sorunları üzerine düşüncelerini politikacıya anlatır ve hatta –kuşku duyulacak kadar- onu desteklediğini belirtir. Öte yandan, çok küçük bir yaşta fahişe olan Iris (Jodie Foster) bir gece taksiye biner. Kız, Sport (Harvey Keitel) adında bir satıcının eline düşmüştür. Travis, kızı bu adamdan ve onaylamadığı hayattan kurtarmaya karar verir. Silahlara veda etmiş olmasına rağmen, bir anda kendini tek kişilik bir orduya dönüştürür. Travis, kan gövde götüren olaylardan sonra iyileşip ayağa kalktığında, medya onu adalet kahramanı ilan eder.

Taxi Driver, muhteşem bir kâbustur; her kâbus gibi, bilmek istediklerimizin yarısını anlatmıyor… Travis'in nereden geldiğini, sorunlarının tam olarak ne olduğunu, çirkin yarasının Vietnam'da mı olduğunu bilemiyoruz... Çünkü, bu bir vaka analizi değil, onun hayatından bir kaç günün kesiti. Örneğin, siyasi bir toplantıda siyah gözlükleriyle Travis bize tuhaf şekilde gülümser. Bize hem her şeyi, hem de hiçbir şeyi anlatmayan bir an: Travis'in itirazının ne olduğunu tam olarak bilmesek de hakkında bilmemiz gereken şeyi öğreniriz. Taxi Driver, ipuçlarıyla karakter çizme açısından bir başyapıt. Scorsese duygu uyandıran ayrıntıları seçiyor; yaratmak istediği etki de bu. Oyuncuların performansları tuhaf ve etkileyici. O, zaman içinde kurulan karakterleri değil, aktörlerin anlarını yakalamaya çalışıyor. Yansıtılması istenen öfke, korku, pişmanlık gibi duygular, senaryonun satır aralarına yazılmış gibi. Robert De Niro duygularını gizlerken bile seyirciye  aktarmakta Marlon Brando kadar başarılı. Yakın plân sahnelerde Scorsese, yavaş çekimlerle bize bunları sergiliyor. Sarışın ilâhe rolündeki Cybill Shepherd çok doğru seçilmiş bir oyuncu; zamanla insana dönüşen bir buz kalıbı gibidir. O dönemde 15 yaşında olan Jodie Foster, Travis'in kurtarmak istediği 12 yaşındaki fahişeyi oynuyor. Scorsese’nin emektar oyuncusu Harvey Keitel, kızın satıcısı olan serseri rolünde. Tehditlerden ibaret, tam kıvamında bir sertliği var Keitel’in. Flaşlar patlıyormuş gibi bir çıkıp birden kayboluyorlar. Sanki karanlık, bir anda hepsinin üzerine çökecek gibi.

Taxi Driver, baştan sona bir cehennem: duman bulutunun arasından çıkan taksinin göründüğü ilk sahneden, kameranın doğrudan yere baktığı görkemli final sahnesine kadar. Hepimiz gözlerimizi Travis’in hayatından kaçırmak istiyoruz. Bernard Hermann’ın kasvet ve melankoli yüklü melodileri eşliğinde, o hâla orada ve hâlâ acı çekiyor.           Suha ÇALKIVİK