http://arsiv.ntv.com.tr/news/318614.asp
Pelin Esmer’in ‘Oyun’una gelin
Toroslar’daki 9 kadının ‘Oyun’u yönetmen Pelin Esmer’in gözünden beyazperdeye
yansıdı. Film, bu yılın en heyecan verici çalışmaları arasında yer alıyor.
Suha Çalkıvik / Onur Serim
11 Nisan 2005 — İlk filmi ‘Koleksiyoncu’ ile
birçok ulusal ve uluslararası ödül alan Pelin Esmer’in yeni belgeseli ‘Oyun’,
Mersin’in Toros dağlarında bir köyde yaşayan, günlerini tarlada, inşaatta, evde
ve bitmek tükenmek bilmeyen işlerde çalışarak geçiren dokuz kadının, yazdığı ve
oynadığı tiyatro oyunu ‘Kadının Feryadı!’nın oluşma sürecini ve kadınların bu
süreçte geçirdiği değişimi anlatıyor. 22.İstanbul Film Festivali gösterim
programında yer alan ‘Oyun’ üzerine Pelin Esmer ile konuştuk.
Suha Çalkıvik: Sizin sinema merakınız nasıl oluştu? Aslında sinema
okumadınız, değil mi?
Pelin Esmer: Sinema okumadım. Sadece Yavuz
Özkan ile bir senelik atölye (Z-1 Film Atölyesi) deneyimim var.
S.Ç.: Sinema okumayanlar, başka disiplinlerde okuyup film yapanlar,
dünyaya çok daha farklı bakıyorlar bana göre... Onun için de farklı bir sinema
yapıyorlar...
P.E.: Okumadığınız için belki daha çok
deneme yanılma şansınız oluyor. Hata yapma lüksünüz daha çok sanki. Onun için
daha mı rahat oluyoruz, bilmiyorum. Ben iyi bir sinema okulunda okumak isterdim.
Şimdi çok pişman olduğum için değil ama... Nasıl sinemaya geçtim. Ben
Boğaziçi’nde sosyoloji okudum. Çok da keyifle, merakla okudum. İnsanlar, yaşayış
biçimleri, kültürleri, bunlar çok ilgimi çekiyordu. Ama gözlemlerim sonucunda
bir rapor yazmak, araştırma yaptığım insanlar ya da gruplarla ilgili açıklayıcı
cümleler kurmak pek bana göre değildi. Bir de Türkiye’de antropolog olmanın tek
yolu akademisyen olmaktı, o da benim yapıma çok uygun değildi. Bu yüzden
vazgeçtim. Ama merakım hiçbir zaman yok olmadı. Hep merak ettim.
Onur Serim: Sosyoloji eğitimi almış
olmanın, değişik gruplarla ilişki kurmanı kolaylaştırdığını düşünüyor musun?
P.E.: Olabilir. Çünkü sosyoloji eğitimi
alırken çok fazla böyle bir saha araştırması, deneyimi filan olmadı ama etrafına
belki biraz daha farklı bakıyorsun, biraz daha dikkatli bakıyorsun. Öyle bir şey
olabilir. İnsanlarla kurduğunuz ilişkide dolaylı olarak etkisi olabilir. Aldığım
eğitimin en azından ‘bakmak’ anlamında faydası olduğuna inanıyorum.
S.Ç.: Peki niye tür olarak belgesel ?...
P.E.: Niye belgesel? Bir kere önce neden
kurmaca değil de belgesel diyorsunuz diye algıladım. Benim öyle bir ayrımım yok.
Benim için sinemada kurmaca belgesel ayrımı çok flu... Dediğim gibi. Anlatmak
istediğim konu, hangi biçimde, nasıl anlatılmaya uygun düşüyorsa öyle yapmak
istiyorum. Bundan sonra da umarım öyle olur. ‘Koleksiyoncu’ da bu da... Hatta
çok söyleyen de oldu, sen bunu kurmaca yap, neden belgesel yapıyorsun, diye.
Gerçekliği çarpan konuları olduğu gibi, yani gerçek oyuncularıyla, konumunda,
mekanında çekmeyi tercih ettiğim için, ‘belgesel’.
S.Ç.: Uzun metrajlı filmlerde de
çalıştınız. Yavuz Özkan atölyesinden çıktınız. Ondan sonra belgesel
sinemacılarla da çalıştınız. Uzun metraj çalışan yönetmenlerle de çalıştınız.
Şimdi belgesel çekiyorsunuz, neden?
P.E.: Ben çok bekleyemeyen bir insanım. O an için gerçekten bir şeyi
yapmak istiyorsam, yapabiliyorsam, yapıyorum. Ve filmi hayal etmemle - iki proje
de öyle oldu, umarım bundan sonra böyle olur- çekim arasında geçen zaman genelde
çok kısa oluyor. Belki de böyle projeleri seçiyorum, bilmiyorum. Özellikle
belgeselci olacağım diye bir şey yok. Belgesel çeken yönetmen, kurmaca film
çeken yönetmen gibi ayrımlar yavaş yavaş kalkıyor dünyada.
S.Ç.: Benim kafamdaki belgesel sinema
anlayışı biraz farklı. Ve onun ölçütlerinin ötesinde bir kurgu yapısına sahip bu
film. Sadece uzunluğu açısından da söylemiyorum. Kurgusu, anlatım biçimi,
oyuncuları... Çünkü orada bir, bireylerin dramlarını yansıtış biçimleri var.
Ayrıca biraraya geldiklerinde başka bir şeyi oynuyorlar orada. Yani ‘oyunun
oyunu’ var. Biraraya gelişte oynadıkları bir rol var. Ve gerçek hayatta... Bir
de ‘oyunun oyunu’ var, yansıyan. O zaman, bu filminize salt belgesel demek
haksızlık olur; filmin kendisine de haksızlık olur.
P.E.: Aslında çok belgesel film
örneği görmeye alışkın olmadığımız için belki öyle bir kategoriye koyamıyoruz.
Ben katılabildiğim festivallere, özellikle biraz film izlemek için gidiyorum. Ve
inanın bu yapıta benzer, yani, belgesel mi değil mi sorusunu çok sorduğum o
kadar çok film gördüm ki... Yani, kurmaca nasıl belgesele yaklaşmaya
çalışıyorsa... Belgesel gibi kurmaca yapmaya çalışılıyor ya artık. ‘Gerçekçi’...
Kamera özenle sarsak hale getiriliyor; öte yandan da belgesel de gittikçe
kurmacaya yaklaşmaya çalışıyor. Ve ikisinin birbiri arasında dolanması beni çok
heyecanlandırıyor.
‘Koleksiyoncu’ da, bu da, aslında kurmaca
uzun metraj film olacak konulardı. ‘Koleksiyoncu’yla ilgili hâlâ öyle bir
hayalim var aslında. Bir gün belki bambaşka bir senaryoyla ondan esinlenerek bir
şey yapabilirim. Kurmaca da olabilecek gerçek hikayeleri sevdiğim için belki
belgesel yapıyorum. Gerçek hayatta kendiliğinden varolan hikayelere, dramalara
merakımdan belki de... Yani, buradaki dokuz oyuncuyu ‘oynatmak’ farklı bir şey.
Belki güzel bir film olabilirdi ama beni bunun gerçek olması, çok daha fazla
heyecanlandırdı. Yani, gerçekliğin dramatik yapısı, beni çok etkiliyor
diyeyim... Bu film özelinde konuşursak da, bu film belgesel olduğu için, gerçek
bir durumu anlattığı için başka yerlerde de bunun gibi hoş girişimlerin
gerçekleşmesine örnek temsil edebilir, umarım bu tiyatro ekibi çalışmalarına
devam etmek için destek bulur ve daha bunun gibi birçok girişim olur.
S.Ç.: Ama bir de ortada senaryo var. Gerçek
kahramanlar, yaşayan insanlar, onların sergiledikleri gerçek yaşam öyküleri. Bir
de oynadıkları bir oyun var. Bir de sizin senaryonuz var. Yani, yönetmenin
kurguladığı, bir şey yapayım dediği bir senaryo var ortada. Ve onlar farkında
olmasalar da sizin kameranızda bir oyun, yani izlediğiniz yolda farkında olmadan
oynuyorlar. Onun için, tamam, gerçek kişiler, gerçek olay ama dramatik ögeleri
asla yadsınamaz...
P.E.: Ama gerçek hayatta da zaten dramatik şeyler yaşıyoruz. Bazen
sinemada gördüğümüzde tamam da, gerçekte bu dramatik şeyler çok fazla. Çok
kanıksadığımız için belki başımızı çevirip gidiyoruz. Oradaki drama çok güçlü
bir drama. Gerçek olduğu için daha da ağır bir drama... Ben de o hikayeyi, kendi
bakış açımdan nasıl algıladıysam öyle size anlattım. Ama çekerken onların
deneyimlerine müdahale etmeden... Çektikten sonra da o parçaları bir puzzle gibi
birleştirerek... Onların sıralaması bin kere değişti tabi ki... Ben 90 saat film
çektim, kaset çektim. Buradan 90 farklı film çıkabilirdi. Ama ben altı versiyon
yaptım. Sonunda buna karar verdim. Benim de amacım buradaki ‘tiyatro
sahnelenmesi’ni sadece belgelemek değildi, ben bir film yapıyordum.
O.S.: İkinci filminin ilk filmine oranla değişikliği var. İlkinde tek kişiyle
çalıştın. Bu kişi de sana oldukça yakın bir insandı ve tanıdığın biriydi. İkinci
filminde -İstanbul Film Festivali’nde gösterilecek olan filminde- bir grup
tiyatrocuyla, bir grup amatör tiyatrocu ile çalıştın. Onlarla ilişki kurmak...
Sonuçta tanıdığın bir grup, tanımadığın bir yer, tanımadığın bir hayat... Acaba
yaşam deneyiminin mi, yoksa eğitiminin mi, bu insanlarla ilişki kurmanda katkısı
oldu?
P.E.: Aslında onların yaklaşımının da çok
katkısı olduğunu düşünüyorum. Gerçekten çok sıcak, çok yakın ve hep oldukları
gibi olan insanlar. İlişki kurma biçimleri o. Şöyle bir yoklayalım da, bir
bakayım, acaba... Tabi onlarda da soru işaretleri vardı. İstanbul’dan gelmişim.
Benden önce birkaç gazeteci gelmiş. İşte gazetede çıkmışlar, televizyonda bir
programa katılmışlar filan. Şimdi zaten benim kim olduğumu anlamaları için
gittim, ilk tanışmaya. Onlar da beni tanısın. Gazeteci olmadığımı, sinemacı
olduğumu onlara anlatmam gerekiyordu. Onun için hiç çekim yapmadan birkaç gün
geçirdik. O ilişkinin kurulmasında onların hakikaten çok büyük bir faydası var.
Çok sevdim onları ve çok saygı duydum cesaretlerine, duruş biçimlerine... Yaşam
biçimlerimiz görünüşte çok farklı olmasına rağmen, birkaçıyla özellikle çok
ciddi bir yakınlık ve özdeşleşme kurdum, kendi hayatımla onların hayatı...
Görünüşte çok farklı, yani makyajı... Ama bazı özde olan şeylerin hiç
değişmediğini... kadın erkek ilişkisinden, hayattaki acılarla başetme
biçimine... ki onlardan çok örnek aldığım şeyler var. Bir de zaten yönetmen
kimliğiyle gittiğiniz zaman, siz orada karakterlerinizi tanımakla yükümlüsünüz.
Ben tanısam da tanımasam da en azından merak ediyorum, çok merak ediyordum
onları. Tanıma isteğiyle gidiyorsun. Dolayısıyla tabi ki bir ilişki kurmak
durumundasın.
O.S.: Peki, bazı
fotoğraflarında, oraya özgü kıyafetler içinde gördük, seni. Tümünde böyle miydi?
P.E.: Evet. İlk
gittiğim akşam, bana bir şalvar diktiler. Bütün çekimi öyle geçirdik. Bunun da
çok katkısı olduğuna inanıyorum. Birincisi, çekim için en rahat kıyafet
herhalde; en rahat kıyafet, gerçekten. Çünkü sürekli yatıyorsun, kalkıyorsun...
Ama onun dışında kurduğunuz ilişkilerde yardımcı olduğunu sonradan fark ettim.
Çünkü giysi kodları, orada, köyde de çok önemli. Yani, şalvarlı olmanın orada
ayrı bir anlamı var; pantolonlu bir kadın olmanın da... Şalvar, birbirimize aynı
hizadan bakmamızın sembolü oldu.
S.Ç.: Ama sizi içlerine almaları açısından...
P.E.: Gerçi onu da hiçbir zaman şart
koşmadılar. Çünkü oyuncularımdan bir tanesi de gayet modern giyimli, kot
pantolonlu, çok dikkat çeken bir hanım. Yani, bana öyle bir şart koşulmadı. Hem
benim hoşuma gitti, çok rahat diye.. Hem de gerçekten ilişkimizi biraz etkiledi.
Yani, ‘ben şehirden geldim, sizi gözlemliyorum’ fikrini ortadan kaldırdı.
Gerçekten benim öyle bir duygum olmadı. Onları bir insan olarak çok merak
ediyordum ve tanımak istiyordum. Filmin karakterleri olmanın çok ötesindeydiler
benim için ...
S.Ç.: Oyun dışındaki sahnelerde onlar
oynamıyorlar. Oynarlardı belki de... Belgeseli bekleyen tehlike o olabilirdi.
Baştan itibaren sizi itselerdi, yani o bir metafor, şalvar giymeniz... İçlerine
almasalardı... İçine aldıkları filmden de belli oluyor. Gerçekten filmin
başarısı da bana göre. Doğallığı... Belgesel olmasının zaten güzel göstergesi
oydu. Kadınların oynamaması. Çünkü kamera gören insanlar değişirler, oynarlar..
Gerçekten ürkütücü bir göz o... Ve iten bir göz, kamera...
P.E.: Ben o gözü biraz yumuşatmaya çalıştım.
Başta ciddi bir güven de kurduk. O da çok önemli. Onların oynamamasında. Yani,
ben onların istemediği hiçbir an kamerayı çalıştırmadım. Hemen durdurdum. Hiçbir
şey daha önemli değil, çünkü. İstemiyorsa, rahat hissetmiyorsa... İnanın o kadar
az durdurdular ki... O çok mutlu edici bir şeydi, çok güvendiler. Ve o da bana
çok fazla sorumluluk yüklüyor, çok fazla güvenmeleri... Sonrasında ben, o
sorumluluğu hissettim. Ama o güveni kurduk. Onlar bana güvendi, ben onlara
güvendim.
O.S.: Filmi daha sonra izlediler mi?
P.E.: Tabi. Zaten filmin ilk galası,
gösterimi köyde yapıldı. Hem de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde yaptık. Çok hoş
bir tesadüf oldu. Zaten öyle bir şeyim vardı, kendi kendime koyduğum...
‘Koleksiyoncu’da da vardı. Oyuncularım izlemeden, hiç kimsenin izlemesini
istemiyordum. İlk onların izlemesini istiyordum.
O.S.: Filmde oldukça özel konuşmalar
yapıldı. Bazı masalarda aile hayatlarıyla, kocalarıyla alakalı... Hayata
bakışları, kaynanalarıyla alakalı... Bunları seninle paylaştılar. Birbirleriyle
paylaşıyorlar zaten, seni de hiç dışlamadılar. Hiçbir şekilde kamera
varmışçasına hareket etmediler. Fakat en enteresan kısmı, toplu halde
izlediklerinde verdikleri tepki. Bunu biraz daha anlatır mısın?
P.E.: Bir kere, çok gülerek seyrettiler.
Ben, çok heyecanla bekliyorum. Yüzlerinin ifadelerine, tepkilerine bakıyordum.
Pek çok yerde gülerek seyrettiler. Çünkü kendileriyle gerçekten çok hoş dalga
geçebilen ve bu erdeme sahip insanlar. Kocaları da, kendileri de... İki kere
izlediler. İlk olarak, köyde sadece kendileri, kocaları ve çocukları... Okulun
küçük bir odasını televizyon odası yapmışlar. Orada seyrettik. Daha sonra gelip,
teşekkür ettiler.
Ondan sonra ertesi gün Mersin
Üniversitesi’ne, eşleriyle gelmelerini istedim. Üniversitede bir gösterim
yapıldı. Orada büyük ekranda seyredince bu sefer iyice etkilendiler.
O.S.: İstanbul Film Festivali’nde 12
Nisan’da seyredebilecekler mi?
P.E.: Evet, gelecekler...
O.S.: Ne kadar süreyle çalıştın?
P.E.: Çekimler 5.5 hafta sürdü.
O.S.: Filmi kronolojik olarak izlediğinde şunu görüyorsun. İçindeki insanlardan
söz ediyorum. Başlardaki halleri farklı, bitirirken, gerçekten çok enteresan ve
çok dramatik bir noktaya geliyor. Ve onu hissediyorsun. Hatta müdürün yüzünde
hissediyorsun. Ve onu da müzikle desteklemiş Pelin daha sonra ...
S.Ç.: Kesinlikle. Zaten müziğin etkisi ile
yakalanan tempo, sürekli ayakta. Ama müzikle senkronize yaratılan bu kurgu, çok
etkiliyor insanı ... Daha başlangıçtan yakalıyor, ondan sonra da öyle götürüyor.
Biraz daha kısa sürede anlatılabilir miydi acaba? Onun dışında, hep ilgiyle
seyrettirdi film kendini.
P.E.: Genelde filmler eleştirilirken, hep
zamanlamasından başlanır. Bence ‘kişisel ritm’le ilgili bir şey.
O.S.: Herhalde birkaç dakikayla, orta
metrajdan uzun metraja kayıyor, değil mi?
P.E.: Uzun metraj sayılıyor.
S.Ç.: Filmi seyrettikten sonra dedim ki; bu
bir haberden yola çıkılmış üretim. 19 Ocak 2003, haberin yazım tarihi... Orada
haberin çekimleri yapılmış. Yaptıkları oyunlardan söz edilmiş, haber metni iki
sayfa, önümde. Bir haberden yola çıkmışsınız. Ben filmi seyrettim, ondan sonra
dedim ki, bu filmi, kesinlikle Milli Eğitim Bakanlığından birileri seyretsin. Ve
bana garip gelen bir sürü kampanyalar yapılıyor ya, bana göre beyhude
kampanyalar... Türkiye’de gerçekten kızlar hadi tebeşiri alın, çantaları alın,
kordelalarınızı takın, okula bilmem ne gibi kampanyalar yapıyorlar ya... Böyle
kuru söylemlerde bulunacaklarına, bence MEB, bu filmin telif haklarını satın
alsın, çoğaltıp, Anadolu’nun heryerinde göstermeli. Hangi ortamda olursa,
olsun... Çünkü bu çok sahici... Oradaki kahramanlar gerçek insanlar. Ve
insanları ikna etmenin yolu, öyle kuru lafla olmaz! Oradaki kadınların hepsinin
gözleri ışıyordu, nur vardı. Onun için, filmde, sizin gözlerinizdeki nuru
yakalamışlar ki, onlar da nurlarını yansıttılar kameraya. Onun için, bu film
sahici, onun için ikna edici. İkincisi, bu film, çok ciddi festivallere gitmeli.
En başta Sundance’e gitmeli. Bağımsız sinemacılar festivali bütün dünyaya
açıldı, bu yıldan itibaren... Bütün dünya filmleri yarışabiliyor. Artık filmler,
senaryolar destekleniyor. Senaryoyu görüyorlar, hadi size bir yıl, iki yıl
diyorlar. Çok ciddi uluslararası festivallere bence katılmalı ve gösterilmeli.
P.E.: Evet. Şimdi onlara başlıyoruz
aslında. Bir çok festivale yollamak istiyorum. Yani bu sadece Türkleri ve
Türkiye’yi ilgilendiren bir konu değil. Şahsen beni en çok çarpan yanı, bu
kadınlar, dünyanın her yerinde olabilirler; ayrıca erkek de olabilirler. Yani,
ben onları Mersinli köylü kadınlar bakış açısıyla hiç görmedim... Herkes
olabilir. Burada sadece -ki durum özellikle- okuyamamanın verdiği sıkıntılardan
kaynaklanıyor.
O.S.: Evrensel bir ‘psikodrama’ aslında. Ve
oradaki lise müdürü Hüseyin Bey’den daha işlevsel bir müdür düşünemiyorum,
hiçbir köyde, kasabada...
S.Ç.: İşte onun için de öyle dedim... Bütün
ilköğretim müdürleri görmeli, bütün halk eğitim merkezleri öğretmenleri bu filmi
görmeli. Filminizden çıkarılacak çok ders var. Okuma provalarında, daha notlar
alınırken, bireysel yaşam öykülerinin notları alınırken başlayan bir ciddiyet
var orada...
P.E.: İşin hoş yanı, yalnız, burada Ümmiye
Hanım’ın girişimiyle, hanımların kendi girişimleriyle bunun olması. Onlara, “yaa
siz bir tiyatro yapın, iyi olur, eğitime katkısı olur demiyor” kimse.
O.S.: Yani Müdür dayatması değil..
P.E.: Hollywood sistemi gibi. Hollywood’a
gidiyorsun, senaryo yazdırıyorsun, yönetmen tutuyorsun, parasını veriyorsun
yaptırıyorsun. Burada da fikir onlardan geliyor ve Hüseyin Bey’i dahil
ediyorlar, oyun yazmasını istiyorlar. Hüseyin Bey de o kadar hoş bir şekilde
dahil oluyor ki... A, tamam, ben bunu aldım, bu benim düşüncesiyle değil. Bunu
eğitimci olarak eğitimin, değişimin bir parçası olarak görüyor, çok da eğleniyor
tabii onlarla birlikte...
Ben, o beş haftada bile onların nasıl adım
adım birey olduklarını gördüm. Çok heyecan verici bir şey. Hiç, başta
konuşmayanlar, sonunda konuşmaya başladılar. Kavga etmeye başladılar. Hiçbir
zaman Hüseyin Bey, diretmedi. “Ben birşeyler yazıyorum ama...” dedi, “aklınıza
yatmayan bir şey varsa, lütfen söyleyin...” Müdahale ettiler. Hüseyin Bey’in
yazmaya çekindiği şeyler vardı, “sen çekinme, boşver, yaz” dediler. Yani, esas
heyecan verici kısmı bu. Hiç kimse gidip onlara, siz böyle bir tiyatro
yapacaksınız demedi. Bence bunun için her biri, birey olarak faydalandılar.
O.S.: Ve eşlerinin onlara saygısının nasıl arttığı ...
P.E.: İnanılmaz! Mersin’e gittim. Kocaları
ile beraber Mersin’e, şehire geldiklerinde, şehirlilerin alkışları, onları çok
etkiledi. Ve kocaları, filmde yer alan kocaları da tiyatroya katılmışlar daha
sonra. Benden sonra 18 Mart’ta bir oyun yapmışlar, Hüseyin Bey’le, karı koca
hepsi beraber oynamışlar.
S.Ç.: Hangi festivallere başvurmayı
düşünüyorsunuz?
P.E.: Cannes’a başvurduk. Montreal’i
deneyeceğiz, Toronto’yu deneyeceğiz. Sundance’i de ... Birçok iyi belgesel film
festivali var.
O.S.: Özel sektörün, kısa, orta, uzun
metrajlı filmlere, özellikle belgesel tarzda filmlere, sponsorlukları,
destekleri nasıl?
P.E.: Benim filmim şöyle oldu. Dediğim
gibi, hayal etmemle yapmam arasında çok az bir zaman geçti; Ben onlarla
tanıştıktan sonra, kendi hayat hikayelerini anlatmaya başlayacaklar, bu tiyatro
çalışmaları başlayacak. Ben, öyle ya da böyle, paralı ya da parasız, bunu çekmek
durumundaydım. Bu bir kere olacak bir şey. Bana “Sabırsızlık etme, para
arayalım, çok güzel bir proje, seneye git” dediler. İmkansız dedim, çünkü bunu
bir kere anlatacaklar. O toplantı sahnesi bir kere olacak. Belki tiyatro
sürecek, ama o bir kere olacak bir şey. Kendi hayatlarını anlatmaları ve bunu
oyunlaştırmaları. Çünkü benim için tiyatro oyunundan daha önemliydi bu süreçte
yaşadıkları. Dolayısıyla o üç hafta içinde bir sponsor arayışına girdim. Bir şey
bulamadım pek tabi. Fakat şöyle hoş bir şey oldu. Nida Karabol -Umut Sanat’tan-
o kişisel olarak bir katkıda bulunmak istedi ve ortak yapımcı olarak dahil oldu.
Onun biraz katkısıyla kasetimiz, yolumuz, suyumuz, yememiz, içmemizi
karşılayabildik. Bilgi Üniversitesi’nden kamera, ışık aldım, ücretsiz. Kaan
-sesçi arkadaşım- ses malzemesi verdi. Peri, prodüksiyon sorumlusu arkadaşımız,
sesçi arkadaşımla ben, malzemeleri toplayıp, cebimize biraz para koyup, gittik.
Köyde lojmanda kalıyorduk. Film bittikten sonra paraya ihtiyacımız oldu tabi.
Montajı nasıl yapacağız? Stüdyolar filan. Ben, zaten büyük bir stüdyoya girmek
hevesinde değildim; çünkü belgeselin montajı çok uzun sürüyor. Dolayısıyla yurt
dışında bir takım fonlara başvurdum. Onlardan olumlu yanıt alamadım. Burada
sponsorluk için epey bir yere başvurduk. Sonunda Danone biraz katkıda bulundu.
Bilkom’la da montaj yaparken, bana ödünç olarak bilgisayar vermeleri konusunda
bir anlaşma yaptık. Evime kurdular. Montaj da uzun soluklu bir iş. Kendi başıma
yapmam bu açıdan büyük özgürlük sağladı tabii. Sonuçta Bilkom’un bana ödünç
verdiği bilgisayarda, montaj ünitesinde kendim filmin kaba kurgusunu yaptım.
Esas ondan sonra biraz paraya ihtiyaç oldu. Biraz benim katkım, biraz Nida’nın
katkısı. Unutmamak lazım, son anda Kültür Bakanlığı da bir katkıda bulundu.
İşte, böyle ufak ufak, adım adım yürüdük.
S.Ç.: Televizyonda gösterim şansı? Umudunuz
var mı?
P.E.: Şu anda, girişimim yok. Türkiye de
biraz biraz değişiyor, ama belgesel göstermek için sizden sponsor desteğinizin
talebini istiyorlar. Dolayısıyla bu da bana çok ters bir şey. Yani, sonuçta bu
da bir üretim. Türkiye’de belgesel gösterimi halen biraz problematik ama talep
olduğu takdirde neden olmasın.
O.S.: Ses ve müzik... Aslında demin, bazı
noktaları anlaşıldı da... Çok yüksek prodüksiyonlu filmlerde de -Türk filmleri
özellikle- ses çok problemli. Hiçbir şey anlaşılmıyor. Ben gittiğim hiçbir
belgeselde -bir, iki kurmaca uzun metraj filmde hatta- konuşulanları ve ortam
sesini hiçbir şekilde algılamıyorum aslında. Seninkinde çok net herşey...
P.E.: Yaşasın!... Bunu duyduğuma çok
sevindim. Çok uğraştık çünkü. İlk filmimde, müziği David Sylvian telif hakkı
istemeden kullanmama izin verdi. Onun bir parçası film için hayal ettiğim
müzikle tam örtüşüyordu ama hiç bütçem yoktu. Bir umut kendisine yazdım ve
sordum. O da mutluluk duyarım diye bir cevapla izin verdi.
O.S.: İlk filmine müziğin çok güç kattığını
gördüm. İkincisine de...
P.E.: ‘Oyun’un özgün müziğini Mazlum Çimen
yaptı.
O.S.: Ben Mazlum Çimen’in nasıl olacağını
çok merak ediyordum, bu filmde ne yapacağını ...
P.E.: Mazlum’a hep “öyle bir müzik yap ki
oynayalım” dedim. Çünkü bu kadınların gerçekten müzik kültürleri ve oynamaları,
hayatla başetme yollarını çok güzel sembolize ediyor. Yani, filmde bir kamyon
sahnesi var. O sahne, 8 saatlik yevmiye ile çapa sallamanın sonrasında, güneşin
altında -çok ağır bir fiziksel güç gerektiren bir şey bu- o yorgunluğun üzerine,
işte okul servisi gibi o kamyona doluşuyor. Onun üzerine tak tak sinyal verip,
şoföre... Hoparlörden müzik geliyor ve onun üzerine oynuyorlar. Yani, hiçbir şey
böyle ağır elemli, kederli yaşanmıyor. Evet, çok ağlıyorlardı. Çok da rahat
ağlıyorlar. Ama gözyaşları donmadan oynamaya başlıyorlar. Onun için bu filmin
müziğini de hiç ağır olmayan, onların duydukları zaman oynayabileceği, yani iş
çıkışında dinleyecekleri müzik gibi bir şey olmasını istedim.
O.S.: Niye Mazlum Çimen?
P.E.: Çünkü Mazlum’un o kültürü çok iyi
bildiğini düşünüyordum. Benim ne demek istediğimi anlayacağımı düşündüğüm için.
Bir de filmi izleyip çok iyi heyecanlandı ve filmi çok iyi anladı.
Röportaj Fotoğrafları: Özgür ÇETİN
——————————————————-
oyun
Belgesel, 70 dakika
Filmin Künyesi
Yapım/Yönetim/Kamera/Kurgu: Pelin Esmer
Ortak Yapımcı: Nida Karabol Akdeniz
Müzik: Mazlum Çimen
Yapım Sorumlusu: Peri Johnson
Ses kayıt: Emrah Yıldırım, Bülent Kılıç
Yapım yılı ve ülkesi: 2005, Türkiye
Format: Digi Beta / Stereo /Renkli
Dağıtım: Umut Sanat Ürünleri
Tiyatro Ekibi:
Behiye Yanık, Cennet Güneş, Fatma Fatih,
Fatma Kahraman, Hüseyin Arslanköylü, Naşide Kahraman, Nesime Kahraman, Saniye
Cengiz, Ümmü Kurt, Ümmüye Koçak, Zeynep Fatih