Suha Çalkıvik
Şair Özkan Mert, aramızda
Şair Özkan Mert, bugün saat 18.30’da TÜYAP Kitap Fuarı’nda okurları ile buluşacak. Özkan Mert, Dünya yayınları program dizisi kapsamında ’19.5 Derste Şiir’ adlı konuşmasını yapacak. Buralara doğru yola çıkmadan önce, Usta Şair ile konuştuk.
Dilinden uzakta, ‘Sürgünde Şair’ olmak, nasıl bir duygu?
İlk şiir kitabım ‘Kuracağız herşeyi yeniden’ (1970) yayınlanır yayınlanmaz yasaklandı ve toplatıldı. O dönemin sıkıyönetim mahkemesi tarafından 142/1. maddeden hüküm giydi. Askeri cuntanın ‘Yasak kitaplar’ listesine geçti. Kitapta yer alan ‘Diren!EyKalbim’, ’Kuracağız herşeyi yeniden’, ’Asyalıyım ben’ ve ‘Kahraman kalbim’ gibi şiirlerim, direnen 68 militan kuşağının elinde dolaşıyor, yürüyüşlerde, mitinglerde okunuyordu. Kitabım için karar verilecek son duruşma günü, Sirkeci’den bir trene binerek Almanya’ya kaçtım (1972). Çünkü, Afrika’daki kabilelerde bile olmayan ‘düşünce suçunu’ kabul etmiyordum. Kaçışım, ’düşünce suçuna’ karşı protestomdu. Almanya’da 10 ay kaldıktan sonra İsveç’e geçtim. Böylece sürgünlük yaşamım başladı. Dilini, kültürünü, insanlarını, doğasını hiç tanımadığım yabancı bir ülkedeydim artık. Nobel Ödüllü ünlü şair Josef Brodsky: “Sürgün şair, bir roketin içinde uzaya fırlatılan bir köpek gibidir’’ demişti. İsveç’te kendimi, uzayda dolaşan bir insana benzettim. Benim için yaşama koşulu olan dilim, karım, kızım, dostlarım, okurlarım ve coğrafyam elimden alınmıştı. Bir boşluktaydım artık. Beni ben yapan herşey elimden alınmıştı. 1972-1982 yılları arasında bu boşlukta çıpındım. Bu dönem yazarlığımın ‘Ölü dönemi’ oldu. Ama bu çırpınma içinde İsveç’i, dilini, insanlarını yakından tanıdım. Çin’den Portekiz’e kadar pek çok ülkeyi gezdim, gördüm, yaşadım. Bu çırpınmanın içinde, yeni bir şiirin ceninlerinin yattığını keşfettim daha sonra. Bu 10 yıllık ‘Ölü dönemde’ tek bir şiir yazmamıştım ama ‘şiirle dolmuştum’. Kendim şiir olmuştum.
Sorun: Bu birikimi nasıl sözcüklere dökecektim?
Bir şair olarak dünyaya karşı koordinatlarımı yeniden çizip, kendime özgü yeni bir ‘dilsel uzay’ yaratmaya çalıştım. Benden önce ve benimle birlikte sürgünde yaşayan şairleri okudum, onları, bir bilim adamının yaklaşımıyla inceledim. İsveç ve dünya şiirini en küçük ayrıntılarına kadar araştırdım. Türkiye’de kullanılan Türkçe’yi kullanamazdım. Çünkü İsveç’te Türkçe’m, İsveç ve İsveç’teki diğer tüm kültür, geleneklerinin kuşatması ve saldırısı içindeydi. Bu koşullarda yeni bir Türkçe yaratmalıydım. Yeni bir ‘dilsel uzay’ derken bunu kasdediyorum. Sürgünde yaşayan bir yazarın en önemli sorunu da bu. Bunu yapamazsanız yok olur gidersiniz, yapabilirseniz sizi bekleyen ‘dilsel cennet’e ulaşabilirsiniz. Tüm dillerin zenginliğini kendi dilinize yedirerek, ulaşılmaz boyutlarda bir şiire ulaşma olanağınız olur.
Bunu başarırsanız, tüm diğer yabancı dillerin zenginliklerini, kendi dilinize akıtacağınız kocaman bir oluk yaratmış olursunuz.Bu konudaki ilk denememi : İşte Hayat! İşte ölüm ve Tarih! (Dayanışma Yay.1982) adlı kitabımla yaptım. İsveç’teki yaşamımın ilk şiirsel algılanım ve yansımalarını içeren bu kitapla yeni ‘dilsel uzay’ın kapısını araladım. 1987 yılında Broy yayınlarından çıkan ‘Stockholm’de Mavi saatler’ ile de bu ‘dilsey uzay’ içinde koşturan ‘Özkan Mert şiiri’nin estetiği yapılandı. Bunu izleyen kitaplarımda yeralan şiirlerim de, bu çizgide arılaşmanın, kristalleşmenin ve en mükemmele ulaşma çalışmalarımın örnekleridir. Bu durum, Cemal Süreya’nın: “Özkan Mert, şiiri, dizeyi, imgeyi ve dünya konukluğunu nasıl yakaladı! ...Her yanıyla gerçek bir şair Karşısındayız.”, Vedat Günyol’un: “Her sanatçı, Özkan Mert gibi şöyle diyebilirse dünyalaşabiliriz belki de: İstediğin yerden geçir acılarını / İçtiğimiz bulut renkli rakı, adresimiz: Dünyadır.’’ Salah Birsel’in: ‘Özkan, usta, soluklu, kafadaki kan dolaşımını düzenliyen bir ozan’, ve Pia Zandelin’in: “Özkan Mert’in şiirleri başdöndürücü. Bu şiirlerde, Lorca yeşilliğinin bir köşesi ve Neruda’nın ışıldayan denizi var” sözlerinde ifadesini buldu. Bu sözler, şiirimin, Türk ve İsveç şiirinin büyük ustaları tarafından nasıl yorumlandığını ve algılandığını göstermesi açısından ilginçtir.
Bir eleştirmenimiz de: “Özkan Mert, Türkçe yazıyor ama, Türkiye’deki şairler gibi yazmıyor”, İsveç Yazarlar Birliği eski Başkanı ve şair Peter Curman da: “Özkan Mert, İsveççe yazmayan en ünlü İsveçli şairimiz” demişti.
Sürgünlük, bir mültecide 3.cü gözdür. O, gökyüzüne asılı bir köprüdedir hep ya da ipte yürüyen bir cambazdır. Yerde yürümeyi unutmuştur. Hiç bir ülke evi değildir. Ama yeryüzü evidir. Yaşadığı evi dilidir. Ama Konyalı, İzmirli, Muşlu, İstanbullu olmadan da dünyalı olunmaz. Hepimiz sürgünüz. Çünkü sürgünlük, içsel bir ruh halidir. İçimizdeki kaostur. Aziz Nesin’in Stockholm’de verdiği bir konferans’ta, dinleyecilerden biri şu soruyu sormuştu: “Özkan Mert ve Demir Özlü sürgün yazarlar mıdır?’’ Aziz Nesin bu soruya şu yanıtı verdi: “Ben, kendi ülkemde, onlardan daha fazla sürgünüm.’’ Çok doğru bir yanıttı. Kısaca, hepimiz bu dünyada sürgünüz.
“1980 Sonrasında şair yok”, “şiir öldü”, “şiir okunmuyor artık” diyenler var. Bu konudaki düşünceleriniz?
71 Askeri cuntasıyla birlikte Türkiyede başlayan politik, ekonomik ve sosyal koşullarda
özgür düşünce yokedildi. Sol düşüncenin kökü kazındı. Türkiye yalnız sağ kanadıyla uçan bir kuşa çevrildi. Bir kuş tek kanatla asla uçamaz. Sürekli, her yere çarpar durur. Bu durum, edebiyatta ve şiirde de karşılığını buldu. Kötü edebiyatı ve kötü şiiri seven bir okur kitlesi yaratıldı. Bu kitle, (ki bu kitleye ‘okur’ bile denemez) kötü edebiyat ve onun ağababaları tarafından sürekli manipule edilerek istenilen noktaya sürüklendi. Türkiye, ‘Ünlü kötü şairler cenneti’ oldu. İşin ilginç yanı, genç şairler de bu şairlerin izinde, onlarla daha kötü şiir yazmakta yarışıyorlar. “Bu kadar kötü şiir yazarak bu kadar ünlü olunursa, ben neden olamıyayım” mantığı var kafalarında. Şiir kolaycılığa prim tanımaz. Edebiyatın en güzel yanı: “Kötü ürünü temizlemesidir’’. Ama bazen bu, yıllar alabilir. Türkiye’de iyi şiir, kötü şiir tarafından kontrol altında tutuluyor. Dergilerde yayınlanan her on şiirden dokuzu kötü şiirdir. Dergilerin başındaki redaktörler bunu çok iyi bilirler. Ama bireysel ve finansal baskılara karşı çıkamazlar. Artık, Hüseyin Contürk, Ataol Behramoğlu, Cemal Süreya, Vedat Günyol gibi edebiyatı bilen, tek değer ölçüsü iyi edebiyat olan dergi redaktörlerleri dönemi tarihe karıştı. Eline kalemi alan şairim diye ortaya çıkıyor. Aslında bu ‘Klinik bir vakıa’, ‘hastalıklı sosyal bir fenomen’. Şiirin bir edebiyat olduğunu bilmeyen bu şairler, şiiri bir ‘Ruh yıkama kliniği’ sanıyorlar. Bence bilim adamlarınca incelenmesi gereken çok zengin bir malzeme.
Şiir öldü mü? Neden şiir okunmuyor?
Şiir hiç bir zaman ölmez. Çünkü “İnsan ölmez”. Şiirin neden okunmadığını da anlatmaya çalıştım. Ama biz şairler şiiri, kendimiz için yazarız. Bu bizim kendimizle şiir arasındaki çok özel bir ilişkidir, bizim yaşama koşulumuzdur. Şiir okunmuyor, şiirin okuru yok diye şiiri yazmamazlık edemeyiz. Şiirin yaşamı sonsuzdur. Şairler, şiire (yaşamları boyunca) kısa bir süre eşlik ederler. Bu yüzden, şairler şiirin teferruatıdır. Okurlar da belli dönemlerde, belli koşullarda buna ortaklık ederler ya da etmezler. Biz okurları bekliyemeyiz. Şiir kimseyi beklemez. Tıpkı güneşin doğuşu gibi: Güneş doğarken kimseden izin almaz. Kimseye sormaz,kimseyi beklemez.
Yeni çalışmalarınızı öğrenebilir miyiz?
Bu günlerde, Dünya Yayınları’nda ‘Ben Savaşçı Değil, Gül Yetiştiriciyim’ adlı seçme şiirlerim çıkacak. Bu kitapta, ayrıca,Orhan Tüleylioğlu’nun benimle yaptığı uzun bir söyleşi, şiir görüşüm, fotoğraflar, üzerime yazılan yazılardan seçmeler var. Bunu, gene Dünya Yayınları’nda çıkacak yeni şiir kitabım izleyecek: ‘Ben Orta İki’de Kaleciydim’ 33 yıllık sürgünlük yaşamımın odağında, dünyanın pek çok ülkesinde yaşadığım, insan ve doğa manzalarını içeren bir romana başladığımı da burada ilk kez açıklayayım. Romanın kahramanı: zaman.