'Savaş ve kadın' oyunu üzerine Orhan Alkaya ile

(5 Eylül 2005’te yayımlanmıştır)

 

Suha Çalkıvik

 

‘Savaş ve Kadın’, kadın bakış açısıyla etnik savaşları sorguluyor

 

CEHENNEMDEN ÇIKIŞ YOLLARI 

Savaş ve Kadın’ın yazarı Matei Visniec, Romen asıllı, 1956 doğumlu, artık Fransızca yazan bir yazar. 1987’de politik mülteci olarak Fransa’ya yerleşene kadar 20 tiyatro oyunu yazdı. Şu anda Avrupa Tiyatrosu’nda çok önemsenen bir oyun yazarı, aynı zamanda şair ve düşünür. Visniec çok bereketli bir yazar, oyunları Avrupa’da sürekli oynanıyor. Dünya görüşü, hayata bakışı ve durduğu yer açısından antikapitalist kimliğe sahip bir yazar. Bu oyunu Bosna’daki etnik çatışmanın ve Yugoslavya’nın dağılma sürecinin tamamlandığı 1996’da yazmış. Bosna’daki etnik çatışmalarda tecavüze uğrayan Bosnalı bir kadın ve onunla terapi yapan Amerikalı bir psikolog ilişkisi üzerinden bize etnik çatışmalarla ilgili kendi yaklaşımını anlatıyor yazar burada. Amerikalı psikolog, toplu mezar açmaya gelmiş ekiplerden birinde görev yapıyor. Psikolog, ekibin içinde birilerinin psikolojik durumu bozulursa, ona gereken terapi yardımını vermek için o ekipte bulunuyor. Ama oyundaki psikologun kendi psikolojik durumu bozuluyor. O toplu mezar açma sürecinde bir travma yaşıyor. Kendi geçmişiyle, tarihi ile, bugünkü dünyada Amerikalı olma haliyle hesaplaşan da bir yanı var. O travma sonrası, daha geri bir görevde, bir yardım merkezinde gönüllü olarak çalışmaya başlıyor. O post-travma ile birlikte, savaş alanından geri dönmüyor, kopamıyor. Orada kalmayı seçiyor. Bosnalı kadın, bir grup asker tarafından toplu tecavüze uğramış. Yazarın metne yaklaşımını belirleme açısından, oyunun belki de can alıcı yanlarından bir tanesi, kendisine tecavüz edenlerin hangi etnik gruptan olduğunu bilmediğini ısrarla söylüyor ve diyor ki, “bizim ülkemizde, herkes aynı dili konuşur”. Bu, yazarın meseleye yaklaşımını tayin etme açısından son derece hayati. Çünkü, herhangi bir etnik grubun tarafını tutmuyor yazar. Çok etnikli, çokkültürlü bir ülkenin nasıl darmadağın edildiği üzerine kafa yoruyor. Buradaki emperyalist müdahalelere çok güncel, çok zarif bir biçimde değiniyor. O halkların birarada yaşama kültüründen, bir anda en ilkel kabile kültürüne dönüşüvermesini kadın bakış açısını aracı kılarak araştırıyor, analiz ediyor. Bir tarafı tutup, diğer tarafı suçlamıyor. Bütün tarafları tutuyor ve bütün tarafları suçluyor. O çokkültürlü hayatı dağıttıkları için bütün taraflara eşit derecede sevgi ve kızgınlık duyuyor bu metin.

Savaş ve Kadın’ın yönetmeni Orhan Alkaya. Oyunu Zeynep Avcı çevirdi. Aslı İçözü, Bosnalı kadını; Gülen Karaman, Amerikalı psikologu oynuyor. Bir de oyuna yönetmenin eklediği bir figür var. ‘Balkan erkeğinin ruhu’ diye kodlamış Orhan Alkaya bu akordeon çalan figürü. Oyun boyunca sahne geçişleri, kimi sahnelerde sahne altı müziği, şarkılar, oyuna yönetmenin eklediği prolog (ön oyun) bölümündeki şarkı ve akış içerisindeki Bosna şarkıları, bütün bunlar sahne üzerinde bir canlı performansla o Balkan erkeğinin ruhu tarafından yansıtılıyor. Bosnalı kadın o Balkan erkeğinin ruhunu görüyor. Aynı sahnenin uzamı içerisinde olan Amerikalı kadın, onun varlığını hissetmiyor, onun seslerini duymuyor. Bir bakıma, iki kültürün arasındaki ayrım noktaları da kodlanmaya başlıyor böylece.

 

-Yönetmen olarak oyuna yaklaşımınız nasıl oldu?

‘Savaş ve Kadın’ (La femme comme champ de bataille), yakın tarihte, coğrafyamızda yaşanan bir etnik savaştan yola çıkarak, bütün savaşların ayrımsız hedefi olan kadın varlığını ve cinselliğini savunan, kadın bakış açısına empati kurarak vahşetin nedenleri ve sonuçları üzerine kafa yoran bir metin. Ben, bu zeki ve analitik metnin meselesini önceleyerek, lirik bir şiddet atmosferi içersinde bir kadın hikâyesi anlatmayı seçtim. Yalnızca savaşlarda, çatışmalarda değil, bütün zamanlarda ve durumlarda kadın kimliğine ve bedenine yönelen şiddetle yüzleşmeye öncelik verdim.

Bu yorumda, iki kadının da post-travma durumunu yaşamakta olmasından hareket ettim. İkisi de kendi dışlarında oluşmuş bir şiddete, farklı dozlarda maruz kalmışlar. İkisi de bu duruma neden maruz kaldıklarını aramaya çalışıyorlar ve bunun, üzerlerindeki yıkıcı etkisini yaşıyorlar. Giderek bu iki kadın, bir psikolog ile bir hasta olmaktan çıkıp, salt iki kadına dönüşüyor. Bir yolu beraber yürüyen iki kadına, olup bitenleri anlamaya çalışmanın kargaşasından, cehennemden birlikte bir çıkış yolu arayan iki kadına dönüşüyor.

Farklı bir üslup araştırması yaptım bu yorumda. Kısa hikayenin, o hiçbir zaman başlamamış ve hiçbir zaman bitmeyecek olan anlatım yapısını sahne üzerinde araştırdım. Bizim sahnelerimizdeki hareketler, giriş çıkışlar, sahne başları ve sonlarındaki bütün o keskin çizgiler dolayısıyla ortadan kalktı. Seyircinin gördüğü bir sahne, daha önce başlamış bir sahne. O, bir anında izlemeye başlıyor. Süreç bitmeden o sahne kesiliyor. Bu anlatım biçimini, ön oyun ve şarkılar dışında herhangi bir ek yapmadan, metni yeniden montajlayarak elde ettim. Şiirdeki (eliptik) eksiltmeci dili, sinemadaki yakın plan çalışma dilini, ayrıntıyı daha da (close-up) yakın büyültme ile gösterme dilini tiyaroda kullanmaya çalıştım. Çünkü, dramatik anlatının sınırlarının en geniş olduğu  ifade etme biçimine ihtiyaç duydum. Anlatılan hikaye çok yakın, çok sıcak ve çok gerçekti. Ve bu hikayenin herhangi bir biçimde kurmacanın sınırlarını aşacak bir, bizim deyişimizle “rol yapma haline” tahammülü olmayacaktı. Yaşananlar öyle ağırdı ki, üzerine eklenecek olan her teatral durum, bu metni kendi bütünselliği içindeki o gerçeklik duygusundan uzaklaştıracaktı. Çok zor iki role soyunan iki oyuncu arkadaşım ve bütün ekibimiz bu araştırmaya  heyecanları ve birikimleriyle olağanüstü katkılar sundu. Gerçeklikten ve sahicilikten uzaklaşmamak için, minimalizmin imkanlarını da sonuna kadar kullanarak, çok üsluplu, o çok üslupluluğun içerisinde kendine özgü bir kıvam, bir harmoni arayan bir üslup çalışması yaptık, yapmayı da sürdürüyoruz.

 

Bu oyunu, ‘savaş karşıtlığı’ ya da ‘savaşın anlamsızlığı’ üzerine yazılan diğer oyunlardan ayıran özellikler neler?

Savaş, tabii ki kötüdür. Nedir, aynı zamanda savaş karşıtı bir aktivist olarak şunu da söylemeliyim; savaş, insanlığın bilebildiği en eski kültünden beri vardır. Bu metinde, yazar, savaşın ne’liği üzerine değil, nedenselliği üzerinde yoğunlaşmayı ve yapıyı “erkek rolüne soyunmayan” iki kadın üzerinden kurmayı seçmiş.. Benim bu metni seçme nedenim de yazarın tercihiyle örtüşüyor. Neden savaşlar olmakta? Neden insan bu vahşeti büyük bir hızla üretebilmekte? Neden o en eski kan bağı kültüne, o klan ve kabile kültüne büyük bir hızla geri dönebilmekte? Ve elbette, neden bütün savaşçılar, önce kadın kimliğine ve bedenine saldırmakta? 20. yüzyıl yapılanması içerisinde, bu coğrafyada üç büyük üstkimlik hareketi vardır. Bunların birincisi, 1917 Sovyet Devrimi’dir. Çok etnikli bir coğrafyada, üstkimlik olarak Sosyalist yurttaş kimliğini öneren bir Sovyetler Birliği deneyimi vardır. İkinci ve izleyen yakın büyük deneyim, Türkiye Cumhuriyeti deneyimidir. Çok etnikli Anadolu ve Rumeli coğrafyası üzerinde, o etnik grupları bir üstkimlikte Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kimliğinde buluşturan bir arayıştır. Bu kimliğin içerisindeki ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde yaşayan herkes Türk’tür’ tercihi, ulusalcı bir tecih iken, süreç içerisinde zaman zaman ‘ırkçı’ bir tercih olmaya evrilerek kendi içinde büyük sıkıntılar da üretmiştir. 3. büyük deneyim ise, Yugoslavya’dır. O çok etnikli yapıdan, Yugoslavya yurttaşı, Sosyalist yurttaş üstkimliğini üretmiş ve orada büyük buluşmayı sağlamıştır. Üç büyük deneyimin de kadın kimliğine lafzen de olsa büyük önem atfettiği de vurgulanmalı elbette. Benim bu oyunu çok çarpıcı, çok güncel bulma nedenim ve seçme nedenim biraz bunlara da dayanıyor. 1989 yılını izleyen dönemde önce Sovyetler Birliği dağıldı. Yani bu coğrafyada bir dağılma hareketi başladı. Arkasında 1992-96 içsavaşında Yugoslavya dağıldı. 6 devlet ve özerk bölgeler çıktı bir devletin içinden. İster istemez Türkiye Cumhuriyeti’ni de bu sürecin içinde dikkatle izlenmesi ve titizlenilmesi gereken bir noktada görüyorum. ‘Balkanizasyon’ diye bir terim vardır. Bizde kabaca ‘böl, parçala, yönet’ denilen yaklaşımın terminolojisidir. Bu bölgedeki tarihi çok eskilere Doğu Roma’ya dayanır. Osmanlı İmparatorluğu ve Rus Çarlığı da bu politikayı sürdürdü. Ne yaptılar? Toplulukların içine başka topluluklar yerleştirdiler ve o toplulukların büyük kaynaşmalar ve büyük kütleler oluşturmasını önlediler. Sovyetler’in ve arkasından Yugoslavya’nın dağılmasıyla başlayan önemli ve dikkat edilmesi gereken sürece, ben ‘pro-Balkanizasyon süreci’ diyorum. Pro-Balkanizasyon, Balkanizasyon’un bir yeniden üretimi olarak, büyük toprakları aralarına başka etnik grupların sokulduğu ve dolayısıyla bir bütünlüğün ortadan kaldırıldığı bir yönetme biçimi yerine, küçük ve kolay denetlenebilir ulus devletler oluşturarak yeniden tarif eden bir süreç. Sovyetler Birliği deneyiminden ortaya devletler, devletler, devletler çıktı. Kolay denetlenebilir, küçük devletler... Yugoslavya iç savaşı deneyiminde çok acı ve çarpıcı bir biçimde bu ortaya çıktı. Ben, pro-Balkanizasyon’un içinde bulunduğumuz ‘ırkçılığın tırmandırılmaya çalışıldığı süreçte’ Türkiye Cumhuriyeti için de dikkatle izlenmesi gereken bir politik süreç olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, ‘Savaş ve Kadın’ oyununun temel yaklaşımı, tarihin bu aralığında son derece sıcak, yakıcı ve güncel.

 

-Çan çalıyorsunuz yani?

Bu sürece, pro-Balkanizasyon’a dönük bir de çan çalıyoruz. İki kadının hikayesi üzerinden, bir bebeğin hikayesi üzerinden, vahşetin kendisine dönük bir öfke, bir yazıklanma yerine, onun nedenlerini anlamaya ve araştırmaya çalışan bir düşünce ve hissetme temrini yapıyoruz. Bu oyunla buluşacak olan seyirci de iki kadının ve uluslararası (bilgi yanıltması) dezenformasyon politikalarıyla desteklenen vahşi bir etnik savaşın izlerini bu oyunda bulacak. Ama duygularından çok, aklını harekete geçirebileceği bir başka boyutu, bir başka katmanı da bulacak. Olup bitenlerin, yaşanan ve yaşanmakta olanların nedenselliği üzerine düşünme olanağını yani...

 

-Irak’a da atıf var oyununuzda değil mi?

Kesinlikle. Pro-Balkanizasyon’un bir başka örneği de Irak. İnsallık tarihi boyunca egemen olanlar, kendi modellerini fethettikleri topraklara yaymaya çalışırlar. A.B.D. 2.Dünya Savaşı’ndan sonra dünya patronluğu rolüne soyundu ve Almanya’dan başlayarak federalizm modelini yaymaya başladı. A.B.D.’nin dünyaya önerdiği ve yaydığı model, federalizm’dir. Irak’ta şu anda denedikleri federalizm ise, belki de bu sürecin son model dayatmalarından bir tanesidir. Bu yeni model, Yugoslavya’da olduğu gibi, federalizmi de aşan, küçük ve kendi başına hareket etme yeteneği çok sınırlı olan, kolay denetlenebilir ‘ulus devletçikler’ modelidir. Zaten bütün bu süreçte, A.B.D.’nin temsil ettiği rolün giderek önemsizleşeceği ulusötesi şirketlerin başrole soyunacağı yeni bir dünya şekillenmesine doğru evrildiğini de yaşayarak izleme şansımız ya da şanssızlığımız da olacak.

 

-Oyuna ne zaman başlıyorsunuz?

1 Ekim Cumartesi günü Kadıköy’de oynamaya başlıyoruz. Kadıköy Haldun Taner Sahnesi bu yıl yeni bir deneye sahne olacak. Yedi gün boyunca sahne açık olacak. Dolayısıyla, biz de Pazartesi ve Salı günleri yani bizim repo dediğimiz, boş günlerde de burada oyun sahneleyeceğiz. 1 Ekim’den 9 Ekim’e kadar dokuz gün boyunca Haldun Taner Sahnesi’nde oyunumuzu sahneleyerek başlayacağız. Ondan sonra zaten İstanbul’un dört bir yanında ‘Savaş ve Kadın’ oyunu sahnelenecek.