(Bu yazı,
CNBC-e
Dergi’nin
Mart 2006 sayısında
yayımlanmıştır.)
Suha
Çalkıvik
Abbas Kiarostami’nin
gözbebeği: NEMA-YE NAZDİK (CLOSE-UP)
Jean-Luc Godard, “Sinema D.W. Griffith ile başlar, Kiarostami ile sona erer” derken, Martin Scorsese, “O, sinemada sanatsal yaratıcılık düzeyinin
doruk noktasıdır”
diyerek İranlı usta yönetmene olan hayranlığını dile getirir.
Abbas Kiarostami’nin
başyapıtlarından ‘Nema-ye Nazdik’ (1990)
(‘Close-Up’ yani ‘Yakın
Plan’), yönetmenin filmografisi içinde ‘gözbebeğim’ diye andığı
filmidir. Gündelik hayatta gerçek ile kurmacanın
içiçe geçmesiyle Kiarostami'nin takıntısını da yakalamış oluruz. Ama bu, bizi
hiç rahatsız etmez çünkü şefkatli bir takıntıdır onunki. Yoksul sinema tutkunu
Hüseyin Sabzian, zengin yaşlı bir kadınla otobüste
tanışır, kendisini Muhsin Mahmelbaf (ünlü İranlı
yönetmen) olarak tanıtır ve kadın bu ünlü yönetmeni ailesiyle tanıştırmak için
evlerine davet eder. Hüseyin, yeni çekeceği filmine para yardımı yapmaları
karşılığında aile üyelerinin bu filminde rol alabileceklerine onları ikna eder.
Fakat varlıklı Ahankhah ailesi evlerini soyacağından
şüphelenerek Hüseyin’i polise ihbar ederler. Hüseyin Sabzian
tutuklanır, sorgulama ve mahkeme süreci başlar.
Filmde bu süreç, zekice kotarılmış ince bir
anlatımla, olayda adı geçen gerçek kişiler de (Sabzian, Ahankhah ailesi, hırslı gazete muhabiri, yönetmen
Mahmelbaf ve Kiarostami’nin
kendisi) ‘rol alarak’ belgesel havasında yeniden canlandırılır. Hatta dava
sürecine bizzat katılmak için yargı organlarına başvuran
Kiarostami’ye
izin verilir ve sorgulama sahnelerinde yönetmeni de görürüz.
Sabzian’ın bir suçlu mu yoksa bir akıl hastası mı olduğunu kendi içimizde
tartışırken, Kiarostami
bizi öykünün daha da derin noktalarına yöneltir. Öykü, başlarda saçma sapan
görünse de sinema sanatına tutkuyla bağlı bu yoksul adamın, toplum içinde daha
çok saygınlık kazanmak ve kendini daha değerli hissetmek için bu maceraya
atıldığını hissetmeye başlarız. Yönetmen bizi sürekli, ‘aslında gerçek dediğimiz
şey nedir?’ ‘kurmaca olanla gerçek olan nasıl ayırt edilir?’ sorgulamasına
yöneltir. Gerçek duruşma çekimlerinde mahkeme salonuna kurulan iki kamera
sayesinde, geniş açılı mercekle bir yandan mahkemenin genelini izlerken, öte
yandan yakın plan çekimlerle de davanın psikolojik gerçeğinin derinliklerini
yakalamamız sağlanmıştır. Sabzian’ın
savunmasını yaparken heyecan içinde söylediği “bana dışarıdan baktığınızda sahtekar, dolandırıcı diyebilirsiniz ama aslında böyle biri
değilim” cümlesinin onun yüreğinden çıktığını hissederiz.
Abbas Kiarostami,
sıradan insanın içindeki saf güzellik ve iyilik duygularına tercüman olur bu
filminde. Sinema sanatının tüm olanaklarını insana özgü değerlerin emrine verir.
Onun sinemasında, insancıl bir yürek, sıcaklık, ferahlık veren bir sessizlik ve
en önemlisi düşler egemendir. O yüzden 1990’ların en önemli sinemacısı olarak
gösterilir. 1997’de Cannes’da Altın Palmiye’yi kazandığı ‘Taste
of Cherry-Kirazın Tadı’nda da görürüz onun düş
zenginliğini, 1999’da Venedik’te ödüllere boğulan ‘The
Wind Will Carry Us-Rüzgar Bizi Sürükleyecek’
filminde de. Sahi, Abbas Bey ne demişti düşlerimize dair?
"Hayal etmek belki de yaşamın en önemli unsuru.
Hatta görmekten bile önemli. ‘Hayal etmek’ ve ‘görmek’ arasında tercih yapmak
zorunda kalsaydım, hiç kuşkusuz hayal etmeyi seçerdim. Hayal gücü ve düşlerin,
körlüğü daha katlanılabilir bir hale getirdiğine inanıyorum. Hayaller olmadan
yaşamak zor olurdu. Öyleyse varolsun
hayaller! İnsanın hayallerine erişmenin bir yolu olan sinema, işte kesinlikle bu
nedenden dolayı takdiri hakeder... Kameranın ardında
olanların çok daha olağanüstü, çok daha gerçek ve yaşama çok daha yakın olduğunu
düşünüyorum."
Meraklısına:
Columbia Üniversitesi’nden Prof. Hamid Dabaşi’nin
‘Close-up: Iranian Cinema, Past, Present, Future’ (2001) adlı kapsamlı çalışması, 2004’te Agora
Kitaplığı tarafından ‘İran Sineması’ adıyla yayımlanmıştı. Bu yayındaki titiz
tercüme sayesinde, yönetmenin batı kaynaklarında
Kiarostami
olarak yazılan soyadını Kiyârüstemî
şeklinde de okumamız gerektiğini öğrendik.