Suha Çalkıvik
Tol, Döne Döne, Unutmak, Evlenme, Lorcahane, Labirent...
Tiyatrooyunevi’nin yeni sezon projeleri üzerine, yönetmen ve oyuncu Mahir Günşiray ile konuştuk.
Tiyatro Oyunevi 1996’da kurulduğundan bu yana, her yıl 3-4 oyunu repertuarında tutmayı hedefledi. 96’dan beri oynadığımız tüm oyunların dekoru, kostümü, aksesuarı depomuzda durmakta. Hatta bundan 2 yıl kadar önce, 6 oyunumuzu bir haftada oynadık arka arkaya. Geçen yıl sezon sonunda Diyarbakır’da ilk kez oynadığımız Murat Uyurkulak’ın ‘Tol’ romanından sahneye uyarladığımız oyunla 14 Ekim’de İstanbul’da sezonu açacağız. Geçen yıl çok az oynayabildiğimiz ve çok ilgi gören hatta iki dalda ödüle aday gösterilen -en iyi oyun ve en iyi çevirmen- ‘Döne Döne’ adlı oyunumuzu da zaman zaman oynayacağız. 3 yıl önce başladığımız Gogol’ün ‘Evlenme’ oyunu da burayı doldurup, taşırmıştı. Çok eğlenmiştik, 14 günde çıkarmıştık o projeyi. Tekrar gündeme getireceğim ‘Evlenme’ oyunumuzu. ‘Unutmak’ oyunumuz hala taze ve güncel, devam edeceğiz. Yani, geçen yıldan ‘Tol’ ile birlikte 4 oyunumuz dönüşümlü olarak oynayacak. Bu yıl yapacağımız projelerden ilki, ‘Lorcahane’. Bu oyunun metnini şu sıralar oluşturmak üzereyim. F.G. Lorca’nın Türkiye’de çok bilinmeyen ve çevrilmeyen oyunları var. Lorca, ‘Kanlı Düğün’ ve ‘Bernarda Alba’nın Evi’ adlı oyunları ile bilinir. Fakat, onun çok özel bir kişiliğinin yanısıra, şiirleri, kukla oyunları, fars türü komedileri, gerçeküstü diyebileceğimiz çok özel oyunları var. Bazı sahneleri ele alarak, bir Lorca evi oluşturup, o evde bir tür Lorca kabare yapmaya çalışacağız. Bir yandan onun eğlenceli dünyasına değinirken, bir yandan da Lorca’nın bir aydın olarak faşistlerce iç savaşta öldürülüşüne kadar geçen süreci oyuna taşımaya çalışacağız. Bir diğer proje de şu: ‘Magic-Net’ adı altında Avrupa’da bir tiyatrolar ağı oluşturuldu. 13 ülkeden 14 tiyatro, 3 yıllığına biraraya geldi. Türkiye’den bize davette bulundular. 3 yıl boyunca, tiyatrolarla üçlü ortak projeler yapacağız. 3 yıl sonunda ise bütün bu tiyatrolar, tek bir ortak projede birleşecekler. Bu oyunlar Avrupa’da turne yapacaklar.
Sonraki projemiz, Yunan yazar ve yönetmen Avra Sidiropoulou ile. ‘Labirent’ adlı oyunu yazdı bizim için. Çok iyi bir yazar, bu oyunu 2006 yazında Türkçe, Yunanca ve İngilizce üç dilde ortak prodüksiyon olarak yapacağız. Oyuncular anadillerinde oynayacaklar.
Onca yasaklamalara, engellemelere karşın, doğu’ya, güneydoğu’ya çok sayıda turne yapıyorsunuz. Hatta ‘Tol’ adlı oyununuzun prömiyerini Diyarbakır’da yaptınız. Seyirci nasıl karşılıyor orada sizi?
Oraya götürdüğümüz oyunlarımızın hepsi birbirinden çok farklı, dolayısıyla tepkiler de çok farklı. ‘Bebek Fil’ çocuk oyununu götürdük, surların dibinde açık havada oynandı, yer gök inledi. Mesela, ‘Ceza Kolonisi’, ‘Hizmetçiler’ ve ‘Unutmak’ oyunlarından sonraki söyleşilere büyük bir katılım vardı. Bizim sahnelemelerimiz alışılmışın dışında geliyor insanlara; değişik geliyor. Kendi aralarında ayrılıyor izleyiciler, bir kısmı, “bu nedir böyle?” diyebiliyor, bir kısmı da “tiyatro böyle olabilirmiş demek ki! Bir oyun böyle sahnelenebilirmiş; böyle bir oyunculuk, böyle bir ışık olabilirmiş, panolar olmadan da dekor olabilirmiş meğer” diyebiliyor. Biz temelinde her projemizin çıkışında bir politik arayışımız, öğrenme, anlama arzumuz olduğu için, seyirci ile paylaşacağımız pek çok şey çıkıyor. Hasankeyf’de Dicle nehri kıyısında ilk kez bir oyun sahnelendi: “Gavara”. Binlerce insan orada büyük bir ilgiyle izledi. ‘Gavara’yı, Samsun, Kars, Diyarbakır, Viranşehir’de de oynadık. Oralarda bize gelen en bariz eleştiri, oyunun çok küfürlü olduğu idi. Bu oyunda, sertlikle, duygusallık, komediyle trajedi yanyana samimi bir biçimde sergileniyor. Nihat Genç’in hikayeleri budur. Ve anlatmaya çalıştım ki: “Bakın, bir stand-up ya da aptal saptal bir komedi seyrettiğinizde daha çok küfürler duyuyor ama bundan rahatsız olmuyorsunuz, gülüp geçiyorsunuz; kendi yaşamınızda her gün bu küfürleri ediyor ya da duyuyorsunuz, normal karşılıyorsunuz. Biz oyunda küfürü gülüp geçilsin diye değil, gerçeğe en yakın olanı ortaya koyduğumuz için kullanıyoruz. Bu sert geliyor. Ama yine de oyunu beğendiklerini de söylemeden etmiyorlar. ‘Gavara’daki hikayeler sıcaktan soğuğa doğru gidiyor. Memleketimizi bir erkeğin durumu üzerinden iyi yansıtıyor. ‘Tol’ Diyarbakır’da büyük ilgiyle karşılandı, ilk günde biletleri tükendi. Murat Uyurkulak’ın da ilk oyunda yanımızda olması heyecan uyandırdı. Uyarlamayı, nasıl sahnelediğimizi hiç bilmiyordu. Onun çok beğenmesi bize destek oldu. Kimi seyirciler birinci perdeyi biraz karışık buldular. 6-7 Eylül’ü, 1960’ı 12 Mart’ı iyi bilmeyen bir genç kuşak var ne yazık ki, onlar için metinde -özellikle sahnede- kimi boşluklar oluşuyor sanırım.
Sonuç olarak, Anadolu’da oyunlarımıza genç ve okuyan kesimlerden ilgi var. Herkes her oyunu ayakta alkışlamasa da bir sonraki oyunu nasıl yaptığımızı meraktan bizi yakın takibe almış durumdalar. Oyunlar ya da yazarları hakkında kimi basmakalıp bilgi sahibi olmadıklarından gördükleri şeye sadece gördüklerini değerlendirmek üzere bakıyorlar. Bu nedenle gelen eleştirileri dikkatle takip ediyoruz. Tepkiler çok daha samimi oluyor, kimisi de çok bilgisizce. Ama olsun; henüz öğrenememiş kişileri, çok bilmiş cahillere tercih ederim. Bir örnek vererek bitireyim bu konuyu. Mersin’de ‘Hizmetçiler’ oynuyoruz. Gösterimde –mevsim icabı- kürklü bayanlar da var. Organizatörden öğreniyoruz ki oyun pek anlaşılamamış. İki oyun arası temizlik yapan 13 yaşında ilkokul terk bir çocuk: ‘Abi, tebrik ederim çok güzel oynuyordunuz. Şu hanımefendiyi öldürmek için ne oyunlar hazırladınız ama geldi hiç birşey de yapamadınız, sonra da öyle kaldınız, yaaa! ‘ dedi. Seyrederken de tepkiler bazen farklı olabiliyor: ‘Unutmak’ oyununun bir sahnesinde sorgucu, sorgulanana nasıl işkence yapacağını anlatır. O sahneyi oynadığımızda İstanbul’da, Ankara’da gülmeler oluyordu. Hakkari’de belki daha fazla gülündü. Ama şöyle bir fark vardı; “Aaaa, ben tanıyorum bu adamı. Bu, bizim tanıdığımız adam!” diyerek gülüyorlardı. Böyle, bir tuhaf başkalık vardı Hakkari’de. Özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesinde sanata büyük bir ilgi ve merak var. Belediyelerin kimileri bu konuya önem veriyorlar. Örneğin Viranşehir Belediyesi’nin Sahnesi, o bölgedeki neredeyse en güzel sahne. Çok yoksul bir şehir, hayat çok zor orada. Ama öyle bir kültür merkezi var ki, inanılmaz. Bazı belediyeler kültür ve sanatın toplumsal yanını, psikolojik yanını oldukça iyi değerlendiriyorlar. Diyarbakır, Batman, Viranşehir, Kars önemli kültür merkezleri olmaya aday, hatta olmuş durumda.
Neden gidiyorsunuz Anadolu’ya?
Doğrusu, bizim Anadolu’nun çeşitli yerlerine gitmemizin nedeni, oraya tiyatroyu götürmek, onlar biraz daha bilinçlensinler, biraz daha tiyatro görsünler falan değil asla. Tek bir amacım var benim, oraları gezmek, görmek, insanları tanımak, bilmek. Bizim açımızdan Anadolu’nun, yaşadığımız ülkenin topraklarının her bir köşesinde, öğrenmek, ulaşmak ve anlamak birinci hedef, diğeri benim işim değil zaten.
Diğeri, yani oralara tiyatro götürmek, anlatmak, bilinçlendirmek, ödenekli tiyatroların görevi mi?
Bence kimsenin işi değil. Çünkü o düşünceyle götürüldüğü zaman, “ne götürelim peki?” diye düşünmeye başlıyorsunuz ya...”Orası şunu sever” diye düşünürseniz, totaliter bir tavır içine girmeye başlıyorsunuz o zaman. Bu çok yanlış bir şey. Seyircinin orada ne bekleyeceğini, ne isteyeceğini, neyi anlayıp, neyi anlamayacağını, siz bilemezsiniz. Anlamanın, böyle bir ölçütü yok. Bu konuda bilirkişi de olamazsınız. Sonuçlar şaşırtıcı, öğrenmeye çalışmak lazım.
Son günlerde, TV dizilerinde oynayan Devlet Tiyatroları sanatçılarının isim listelerinin (isimleri yalan-yanlış da olsa) basında yer alması ve “şu kadar para kazanıyorlar” şeklinde teşhir edilmeleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gazetenin söylediğine göre, bu bilgilerin kendi kurumumuz tarafından verildiği doğru ise -ki mutlaka yalanlanmalı- nedenini anlamak çok zor. Çünkü zaten DT’ye çok çirkince saldırılar yapılmakta. Gereken cevabı vermek yerine yalan yanlış edinilmiş bilgilerle yazılanların sanki doğruluğunu kanıtlamaya çalışmak gibi bir duruma düşmek yalnızca DT’yi değil, genelde Türkiye’deki tüm tiyatrocuları gelecekte kötü durumda bırakır. Umberto Eco’nun “entellektüel dünyaya karşı güvensizlik de faşizmin ana unsurlarından biridir” sözünü burada hatırlatmak istiyorum. Sanatçıya, kültür insanlarına karşı bir güvensizlik yaratmak da, bir türlü içinden çıkamadığımız ve bugünler de yine pompalanan faşist yönelişlerin beslenmesini sağlayabilir.
DT’ye hepimiz eleştiriyoruz zaman zaman. İşte bunun içindir ki yeni yapılanmaya gitmek için bir sürü yasa taslağı hazırladık. Bir sanatçının aldığı 1.400 YTL’yi haksız görmek aymazlıktır. Avrupa’daki tiyatrolar gibi olmak ne demek bilmeden konuşuyorlar. Bir oyuncuya ayda en az 5000 YTL verildiğini biliyorlar mı? Çalışmadığı sürelerde aldıkları işsizlik parası ile tam maaş alan bir DT oyuncusundan daha iyi yaşayabildiklerini biliyorlar mı? Hayır! Eğer bunlar doğru bilinse, hemen yeni sahneler açmak, DT’yi başka illere de ulaştırmak, siyasi erkin müdahelelerinden uzak bir yapıyı işler hale getirmek, oyuncularının daha verimli kullanılması için ne yapılması gerekiyorsa onu derhal harekete geçirmek için canla başla, uyku durak bilmeden çalışılırdı.
Merkezden yönetim-yerinden yönetim konusundaki düşünceleriniz...
Çözüm, her bir birimi özerk yapılanmış, en büyük kaynağını devletten alan, kelimenin tam anlamı ile sözleşmeli sanatçı, teknik ve idari personelden oluşan bir tiyatroya uzun yıllara yayılan bir sürede -kademeli olarak- sahip olmaktır. Belki ideal olan “başarılı olmalıyım ki yeni oyunlarda rol alayım ve sözleşmem yenilensin” diyecek noktaya gelebilmek için çok zamana ihtiyaç var. Çünkü bunun için başarıyı değerlendirebilecek nitelikli kişilere ve oyunculara alternatifler sunabilecek tiyatrolara gereksinim vardır. Türkiye’de bir oyuncu geçinmek için DT dışında ya dizide oynar, ya ucuz güldürülerde; 70 milyonluk Türkiye’de 3-5 adet nitelikli tiyatro yapan hiç bir kuruluş, -şimdilik!- oyuncuyu doyuramaz bile. Burada işte özel tiyatroların içinde bulunduğu vahim koşullardan söz etmemiz gerekli ama belki başka bir söyleşide. Umut ediyorum ki, Devlet Tiyatrosu içindeki mücadele, kişilere karşı olmaktan öte, bu kurumun içinde daha yapıcı, daha verimli işlerin yapılmasına yönelik bir özerk yapıya doğru gidilmesidir. Evet, devletin tiyatrosu olmaz; yani devletin yönettiği bir tiyatro olmaz. Devlet, kültür-sanata tabii ki herşeyden daha çok katkı vermek zorundadır. Ancak hiç kuşkusuz bu hesabı sorulamaz bir katkı değildir. DT yeni yasasına kavuşursa kuruşunun hesabını verecek kadar başarılı olmak zorundadır. Yani her konuda yaptığımız hataya, varolan değerleri yok ederek yerine özenti şeyleri koyma zaafımıza düşmek yerine nasıl daha verimli bir kurum olur ona çaba göstermeliyiz.
DT bünyesinde Laboratuvar sahneleri ve Çocuk tiyatrosu birimleri gibi ayrı çalışma birimleri olmasını istemez miydiniz? Bu eksiklikler yüzünden mi Tiyatrooyunevi'ni kurdunuz?
Mutlaka olmalı. Böyle uygulamalar insanları çalışmaya teşvik eder. O kadar kötü yönetimler gördük ki, bu nedenle büyük bir yılgınlık var. Oysa DT’de potansiyel var. Kullanmayı bilmek lazım. Benim tüm çabalarım boşa gitti ve tiyatroyu her yönüyle yaşayabilmek için Tiyatro Oyunevi’ni kurdum. 10 yıldır hiç bir yönetici gelip tek bir şey seyretmedi.