Bu yazı,
CNBC-e Derginin Temmuz 2008 tarihli
sayısında yayımlanmıştır.
Sessiz
ağıt: Hana-bi / Havai Fişekler
1993’de Sonatine filminde yönetmenlik yapıp
aynı zamanda başrolü oynayan Takeshi Kitano, 1997'de Hana-bi ile bir kez daha
bu işbirliğine soyundu. Hana-bi / Havai Fişekler, hayatı
boyunca sürekli ertelediği sorunlarını çözmeye çalışan, arkadaşlarından birinin
dul kalan eşine para vermek ve ölümcül hasta karısı Miyuku'yu karla kaplı Fuji
dağına bir veda yolculuğuna çıkarmak için banka soymaya kalkan Nishi adlı bir
polis emeklisinin hikâyesidir. Yönetmen Hana-bi üzerine: "Bir Japon
erkeğinin kendi sorumluluklarını yerine getirmek için nasıl emek verdiğini
sergilemek istedim. Nishi'nin bunu uygulama biçimi, başka ülkelerdeki
insanların tutumlarından elbette farklı olabilir. Günümüz Japon insanlarının
çoğu da büyük bir olasılıkla Nishi'nin davranışını aşırı duygusal ya da demode
bulacaktır. Kendi sorumluluğu olarak görüp, sorunların üstesinden gelme
yöntemi, hiç değilse eski zamanlarda (özellikle 1600-1867 döneminde) Japon
toplumunda var olan ideallere uygun" demiştir. Bu filmde asıl öykünün geri
dönüşlerle ve kimi zaman da ileri gidişlerle yer değiştirerek ilerlemesiyle,
Kitano kurgudaki becerilerini de büyük ölçüde göstermiştir. (Hemen hemen bütün
filmlerinin kurgusunu kendi yapmıştır). Hana-bi, sanatçı için önemli bir dönüm
noktası oldu: Hem çok büyük övgülerle karşılanarak yönetmenlik yanını
kanıtlamış oldu, hem de dünyanın her yanındaki film festivallerinde (Venedik'te
Altın Aslan), önemli ödüller kazandı. 1994’te ölümün kıyısından döndüğü
talihsiz motorsiklet kazasından önce ulusal sembollerden nefret ettiğini
açıklayan Kitano, üç yıl sonra çektiği Hana-bi’de Fuji dağı ve baharda açan
kiraz çiçekleri gibi geleneksel ve ikonik sembolleri kullandı. Eleştirmenler bu
fikir değişikliğinin ardında, uluslararası seyirciyi yakalayabilmek için
yönetmenin Japon sembolizmine yer vererek bir pazarlama manevrasında
bulunduğunu, onun yeni bir ulusal dil ve kimlik çatısı kurarak bireysel
karakterleri ve kimliklerini anlamlandırmaya çalıştığını dile getirdiler.
Hana-bi, Kitano'nun kendi şiddet içeren deneyiminin bir yansıması adeta. Daha
önceki filmlerine kıyasla daha yaşlanmış bir Kitano var bu filmde. Bu sadece
geçen yılların sonucu değil. Yönetmenin filme çekilen kendi vücudu, filmin
merkezi oluyor. Zaptedilemeyen, belirsiz ve sabitlenemeyen bir anlam merkezi.
Perdedeki görüntüler içinde ve çevresinde dolanan ama öyküde anlatılanın asla
yakalayamadığı bir şey. Sanatçının ölümden dönmesinin fiziksel sonuçlarını da
görüyoruz. Kamera sürekli vücudunun yarı felç durumdaki organlarına ve
tiklerine odaklanıyor. Kitano, geçirdiği kazadan “bilinçdışı intihar girişimi”
olarak söz ediyor. Eserlerini iyi bilen seyirci, onun vahşi ölümlere olan
takıntısını da bilir. Yönettiği her filmde Kitano'nun oynadığı baş karakter
(Violent Cop'tan Hana-bi'ye kadar) ya intihar eder ya da intihara yakın şiddet
içeren anlar sergiler. Hana-bi'de bu vahşi yokoluş Kitano'nun ölümden dönme
deneyimiyle daha da gerçeklik kazanıyor. Vücudundaki izlerden, fiziksel olarak
her an var olan kişisel travması, filmin hikâyesine yansıyarak seyirciyi
temanın doğrusal açılımının ötesine geçmeye itiyor. Hana-bi'nin birden çok
sembolik düzeyde etki yaratma başarısı, öyküsel anlatımın sınırlarının ötesine
geçmesi, filmi alışılmadık zenginlikte bir deneyim haline sokuyor. Karlar
üzerindeki kan, gökyüzü ve denize dair karelerinde görüldüğü gibi, Kitano’nun
görüntü yönetimi usta işidir. Kurgusu keskindir. Senarist ve yönetmen olarak,
kendine özgü ve becerikli bir sanatçıdır. Minimalist diyalog anlayışı ve
sessizliği kullanışı, filmini daha canlı kılmaktadır. Şiddet ögesini yoğun
patlamalara dönüştürür ve kocaman bir ağıt, arkasında sessizliği bırakır. Tıpkı
Scorsese’nin en iyi işlerinde olduğu gibi, Hana-bi filminin şiddeti, mutlak bir
estetiğe sahiptir. Ve Hana-bi (yani Havai Fişekler)
duygularla yüklü bir enerji yumağına dönüşür.
Suha Çalkıvik