(6 Haziran 2005’te NTV.COM.TR'de yayımlanmıştır)

Suha Çalkıvik

 

‘İşçisi olmadığınız şeyin kahramanı olamazsınız!’

 

İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun yedi prodüksiyonu yıllardır kapalı gişe oynanıyor: ‘Kamyon’, ‘Kuvayi Milliye’, ‘Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü’, ‘Ayaktakımı Arasında’, ‘Ben Ruhi Bey Nasılım’, ‘Leenane'in Güzellik Kraliçesi’ ve ‘Benerci Kendini Niçin Ödürdü’. İst. Devlet Tiyatrosu Müdürü Osman Wöber, kurum olarak bir repertuar tiyatrosu olduklarını ve yüzde 30 oranında da yeni projelere yer verdiklerini belirterek, seyircinin nabzını tutan oyun seçimlerinin başarıda önemli bir etken olduğunu vurguladı. 

 

Nâzım Hikmet’in ‘Benerci Kendini Niçin Ödürdü’ oyunu, Mehmet Ulusoy’un rejisi ile 5. yılına ‘merhaba’ dedi. 31 Mayıs-5 Haziran tarihleri arasında Tataristan Özerk Cumhuriyeti’nde sahnelenecek olan oyunun yıllardır gösterdiği başarının sırrını, Devlet Tiyatrosu Sanatçıları Celal Kadri Kınoğlu ve Kürşat Alnıaçık’tan dinledik.

 

Celal Kadri Kınoğlu: Öncelikle dekor çok çarpıcı. Bir tiyatro oyununa belki de bir sürü tiyatro oyununa çok rahat uyarlanabilecek yapıda bir fonksiyona sahip. Üstüne yüklenecek anlamların tamamını kaldırıp temsil edecek kadar da çok çağrışımlı. Zaman, ölüm, değişim, metafizik ya da ‘karşı düşüncenin’ yani ‘devrimci düşüncenin’ kendisini bulabileceği bütün o gelişmeleri karşılıyor, bu anlamda sonsuz işaret alanı gönderebilme yeteneğine sahip. Bir yandan da dekor, oyuncuların her zaman arkasında duran bir şeydir tiyatroda. Ve biz onun aslında ‘olmayan bir şey olduğunu’ giderek daha fazla hissetmeye başlarız. O sadece seyircinin gözünde, varsayın ki ‘burası Verona’, varsayın ki ‘burası işte bilmem kimin evi’ duygusunu verir ve acıklı bir şeydir, özünde birazcık müsamere estetiğinin habercisidir, o panolar yani. Fakat bu dekor, bir oyuncu kadar etkileyiciydi, hatta daha fazla. Çünkü, bir oyuncu sizi öldürme tehlikesi ile karşı karşıya bırakmaz, ama bu dekor sizi öldürebilir. Çok büyük bir tehlike de vardı aynı zamanda dekorda. Dolayısıyla onu başarmak da gerekiyordu oyunun dışında. Bir oyunda siz Nâzım’ın dışında, dekoru da başarmak zorundaysanız ve dekoru başardığınızda herşeyin birleşeceğini ve amaçlanan şeyin ortaya çıkacağını biliyorsanız, bu bambaşka bir meydan okumadır...Bu anlamda oyun, bir kere kendini çok farklı yerleştirdi. Diğer açılardan, evet, bu oyun seksenlerde Fransa’da oynanmış, ama orada daha ziyade şiir olarak ele alınmış. Bence başarı olarak kabul edilebilecek şeyin modern anlamdaki karşıtlarından bir tanesi, biz bunu şiir olarak değil, bir bilinç akışı olarak ele aldık. Yani Nâzım’ın kafasındaki herşeyin bir bilinç akışı olarak, onun içinden geçerken aynı zamanda gerçekleşmesi ve sahnede kurulan ilişkilerin o bilinç akışının parçaları olarak sadece Benerci’nin hikayesi değil, aynı zamanda bir baba-oğul hikayesini yazar-kahraman ilişkisi olarak karşılığını bulması. Bu anlamda oyunun “eskiyen bir tarafı olarak” Benerci’nin kendini öldürmesi meselesini, aslında ben karşı koyarak özellikle son sahnede, yaşadığımı hissettim. Çünkü oğlum kendini öldürecek, ne için? Kendine göre çok önemli bir şey için. Ama bence, o an bir ‘hiç’ için. O ‘hiç’ nedir? Yaşlanan, gençliğini yitirmiş bir devrimcinin, artık o sözcüğe zarar vermesinden dolayı,  kendini öldürme seçeneği...Bu, korkunç bir terör bugün için. Belki 70’lerde romantize edilebilecek bir şeydi. Bugün bu, patlayan bombalara, canlı bombalara tekabül ediyor. Üstelik sadece kendini uçuran hazin bir bomba...Bu anlamda ona karşı çıktık ve başka türlü düşündük. Bunu bir ajitasyon konusu olarak değil, bunu ‘acıklı bir kendini imha’ olarak görmeyi ben seçtim. Bunlar biraz farklı tabi, sonuçta bir şiir okumak duygusu, özellikle kötü de yapılan örnekleri çok fazla görüyoruz., ne kadar içini boşaltırken, şiir değil hayat olunca Nâzım, geçmiş o anlamda, şanlı ve törensi geçmiş değil, gerçek bir bugün olunca,  bence sanat eserinin dayanıklılığı, bu düşüncelere birazcık bağlı. Bu kadar yıldır seyircinin ilgisini çekebilen bir içeriğe ulaşmış oluyor. Ve tabi ki bütün bunlar, en nihayetinde, Mehmet Ulusoy’un başarısı, dehası. O, bambaşka birisi. Bir anda, bir sürü şeyi birden görüyor. O şey sahnede belki 45 saniye sürüyor, ondan sonra bambaşka bir yere açılıyor oyun. Ve siz oyuncu olarak onun bütün deha pırıltılarını, deha ışıklarını seyirciye kendi enstrümanınızı, kendi ruhunuzu katıp geri göndermek zorundasınız. Ortada bir de Nâzım var... Yani, Mehmet Ulusoy var, Nâzım var, dekor var... Dolayısıyla, bizim de canımız çıktı... Yani, bu adamları, bu başarıyı karşıya tekrar ulaştırmak için, biz oyunun işçileri olduk. Bir şey kendini kanıtlıyor: hakikaten işçisi olmadığınız şeyin kahramanı olamazsınız. 

 

Kürşat Alnıaçık: Başarıda en büyük etken, tabi ki oyunun metin, Nâzım Hikmet’in çok güzel metni. Onun bir büyüsü var. İkincisi, Mehmet Ulusoy’un akıl almaz bir hayal gücü var. Ve bizleri bir araya getirdi. Ben çok şanslı hiisediyorum kendimi, çünkü Hülya Kalebayır olsun, Hakkı Ergök olsun, Yurdaer Okur olsun, Celal Kadri Kınoğlu olsun, teknik kadro olsun, (çünkü dekorda büyük değişimlerde yardımcı oluyorlar, dekoru kullanan ve çalışmasını sağlayan arkadaşlar provalara girdiler) hepimiz birbirimizle çok iyi uyum sağladık. Bu bir şanstır. Bunun öncesinde, yaklaşık beş ay dekorsuz bir prova süreci geçirdik. Bu süreçte oyuncu kişilerin birbirine dokunması, enerjilerini birbirine geçirmesi anlamında bir sürü çalışma yaptık. Son 15 gün makine geldi. Dekorumuz olan makinenin içinde 15 gün boyunca prova yaptık. Ama geçen aylar boyunca birbirimize o kadar ısınmış ve oyun metnine o kadar hakim olmuştuk ki, makinede aslında o kadar büyük zorluk çekmedik. Öyle bir makinenin içinde oynamak, normal bir dekorun önünde oynamaktan çok farklı. Çünkü, ufacık bir hatanızı bile kabul etmeyen bir makine. Kolunuzu, bacağınızı götürür yani, böyle bir riski vardı. Ama çok şükür, şimdiye kadar öyle bir kaza olmadı. Makineye uyum sağlamamız çok önemliydi. Bir de, bizim oyunumuz, normal metinlerin dışında, bir destan şiir tarzında yazılmış olduğu için, bunu aktarmak kolay değildi seyirciye. Onun için yaptığımız çalışmalar daha çok bedene yönelik çalışmalardı. Üslup olarak biraz farklı bir üslup geliştirdik kendi aramızda. Düz bir metni okumaktan çok, o metni beden diliyle oynamak için de ciddi çabalar gösterdik. Tabi ki bunu ilk yapan biz değiliz dünyada. Bu, daha önce dünyada yapılmış bir tarzdı mutlaka. Ama biz bu tarzı da güzel uyguladık. ‘Mehmet Ulusoy’ faktörü çok önemli tabi. Onu biz insan olarak da seviyorduk, usta olarak da yapmış olduğu işlerden dolayı çok saygı duyuyorduk. O da bizimle aynı ilişkiyi kurdu ve çok büyük bir sevgi ve saygı çerçevesi içinde bu metni ele aldık ve hâlâ da aynı şekilde götürüyoruz. İlk yıl oynamış olduğumuz oyunla, şu anda oynamış olduğumuz oyun arasında çok büyük fark var. Metin aynı, fakat oynama biçimi ve söyleme biçimi, her sene değişti. Bu nasıl oldu, bilmiyorum. Demek ki oyunu o kadar sahiplenmişiz ki, kötü anlamda değil, tam tersine iyiye doğru bir gidiş var. Doğruyu aradık her oyunda biz. Hemen hemen her oyunumuza Mehmet Ulusoy geldi, bizi eleştirdi. Biz kendimizi eleştirdik. Oyundan sonra, oyuncu kişilerin gocunmadan birbirlerine, saygı ve sevgi ilişkisi içinde yapıcı eleştiriler getirmesi başarıyı da getirdi.