(Bu yazı, 25 Mayıs 2006'da yayımlanmıştır)
SUHA ÇALKIVİK
İstanbul Kültür ve Sanat
Vakfı’nın düzenlediği 15. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali ve 4.
Uluslararası Tiyatro Olimpiyatları kapsamında, ‘Bir Emre
Koyuncuoğlu
Projesi’ olan ‘ARIZA’, Garajİstanbul’da
sahneleniyor. Yönetmen Emre Koyuncuoğlu ile ‘arıza
haller’ ve de oyunu ‘ARIZA’ üzerine konuştuk.
Projenizin çıkış noktası neydi? Neden ‘Arıza’ ?
Her yerde bir arıza var. Arıza ile sürekli karşılaşıyoruz. Arıza hiç isteyen ve sevilmeyen bir şey. Ben, “arıza, niye sevilmiyor”a bir bakmak istedim. Bir de “ne arıza insan!” denir. Bu, benim çok düşündüğüm bir şeydir: “neden insana ‘arıza’ denir” diye. Sistem ne güzel devam ederken, akarken, biri çıkar ve bir şey der ya. “Galiba ben bundan hoşlanmadım” der, işte bunu söyleyen hemen ‘arıza’ olur. Bu bana biraz, farklıyı dışlamak gibi geliyor. O yüzden de ‘arıza’ya bakmak istedim. Bunu nasıl yaşıyoruz ve arıza nerede çıkıyor? Ve arıza’yı nasıl görüyoruz? Arıza, aslında sistemin kilitlendiği nokta. Ama ben bu kilitlenmeye, özellikle toplumsal kilitlenmelerden bakmak istemedim. Çünkü, daha net bir şey söylemek istiyorum: ilişkiler üzerinden, birebir ilişkiler üzerinden baktım. Bu, çok büyük bir klişeyi getiriyor. Çünkü ilişkiler üzerinden bir şeyi değerlendirmeye başladınız mı, ilişkiler üzerine binbir şey söylenmiş, aşktır, nefrettir, şudur, budur. Bütün klişe kilitlenmeler var. O yüzden de ilişkilerin içindeki arızalarla biraz gülmek istedim. Arıza’yı şöyle görüyorum: ben arızayı seviyorum, çünkü yaşamın kendisi arıza gibi geliyor bana. Ölüyoruz mesela, yani kendi sistemimiz arızalanıyor zaten. Bir anda doğuyorsunuz, bu da bir arıza yaratıyor bir sürü insan için. Anne için, baba için ve bir sürü şey aksamaya başlıyor. O aksaklık olma durumu, yaşamın kendisi gibi geliyor bana. Yeniden kendini düşünme durumu, yeniden olan her şeye bakma durumu yaratıyor. Yeniden bir, “dur bakiyim, nerde yanlış yaptım?” ya da “n’oldu?” diye bakma durumu oluyor. Yani arızanın olduğu nokta, sanıyorum özeleştirinin ve değerlendirmenin gelmesi gereken yer. Ben de bir tür, ‘kendi kendimi eleştirip gülebilmek’ noktasındayım. Bizim toplumumuzda en fazla eksik olan şeyin, özellikle politik anlamda da, özeleştiri ve kendi kendine ironik yaklaşmak olduğuna inanıyorum. Kendi kendine bakıp gülebilmenin eksik olduğunu düşünüyorum. Herkes çok fazla ciddiye alıyor her şeyi. Hepimiz çok ciddi olduğumuz için, hiç sanki arızalar çıkmayacakmış gibi yaşıyoruz. Ki en büyük arızaların içinde yaşıyoruz. Bu projede klişeden korkmamayı denedim, önemli olan bu. Klişeyle yan yana yaşayıp, onunla birlikte, farkındalıklar içinde, onunla birlikte olmayı ve onu da sorgulamayı istedim. Sorgulayıp da ölmek yerine, sorgulayıp bakmak tercihim oldu projede.
Önceden yazdığınız bir tekst var mıydı?
Tamamıyla oyuncularla çalıştık. Oyuncularla birlikte konseptler belirledim. Konseptleri birlikte doğaçlaya doğaçlaya tekstleri oluşturduk, ben redakte ettim, toparladım. Tekst böyle oluştu. Koreografiler oluştu daha sonra. Yani, oyunun her şeyi sıfırdan yaratıldı.
Peki nasıl bir çalışma yöntemi izlediniz bu anlamda?
Çağdaş Türk Tiyatrosu üzerine nasıl bir şeyler yapabileceğimi düşündüm. Kendi adıma tamamen sıfırdan bir sahne teksti, bir sahne metni yazmanın nasıl bir şey olacağını denemeye çalıştım. Ağırlıklı olarak, Geleneksel Türk Tiyatrosu’nda olan hikâye anlatımı yapısını kullandım. Bütün kurguyu o yapı üzerine kurmaya çalıştım. Yani hikâyenin, hikâyeyi doğurduğu, paralel hikâyelerin aynı anda anlatıldığı ve seyirciyle doğaçların çok açık olduğu aynı zamanda kurgunun da hizmeti olduğu. Çünkü meddahın hikâye anlatımındaki yapıda, kendi bir gövdesi vardır, aynı zamanda dallar vardır. O dallar, doğaçlanır. Oradaki an’da ve gerçeklikle birlikte şekillenirler. Önceden planlanmış değildir o. Ama geri döndüğü şey, hep aynı temel yapıdır. Ben onu kullandım bu oyunda. Olabildiğince o yapıyı kullandım. Yapıyı kullandım ama, kendisini değil tabii ki. İkinci bir özelliği de, açıkçası etrafımdaki herkesi davet edip, “birlikte bir iş yapalım” dedim. İsteyenler geldi. Bu, tamamen bir gönüllü işi. Kimse hiçbir şey almıyor. Tamamen kendileri geliyorlar, çalışıyorlar. Böyle bir ekip oluştu bu proje için, festival için. Festival’den sonra ne yaparız, bilmiyorum. Yapabilir miyiz, devam edebilir miyiz? Bilmiyorum. Böyle bir başlangıç.
Destek olmadan nasıl hayata geçirebildiniz bu projeyi?
Elimde ne varsa yapıyorum. Sponsor aramadım mı derseniz? Aslında şimdiye kadar ufak tefek bir şeyler vardı. Ama sonuçta, Tiyatro değilim ben, bir sanatçıyım. O yüzden ‘olabildiği’ kadar yapabiliyorum artık. Yönetmenliğe, ekibe dayanan ve doğaçlama ağırlıklı sıfırdan yapılan bir işti ‘Arıza’. Ağırlıklı olarak doğaçlamalara yöneldiğim için prodüksiyon aşamasında destek aramaya şansım ve fırsatım olmadı.
Oyun ekibi kimlerden oluşuyor? Profesyonel oyuncular var mı içlerinde?
Ekip, bütün sevdiğim insanlardan oluşuyor. Hepsi var, profesyonel oyuncular var, dansçılar var. Sokaktan insanlar var. Hiç tanımadan yanına gidip, “benimle çalışmak ister misiniz?” dediğim sporcu arkadaşım var, vücut geliştirme sporu yapan bir hanım. Rap dansçım var. Onu da bulup, gidip dedim ki: “böyle bir projenin içinde olmak ister misin?” O da, “neden olmasın? Hayatım boyunca hiç böyle bir şeyi yapmadım” dedi ve katıldı bize. Bir psikolog hanım var, dansçılar var ve tiyatrocular var.
‘Arıza’ gibi projelerin farklılığı ne sizin için?
Ben metin tiyatrosu da yapıyorum, bir metin seçiyorum ve o metnin sahnelenmesi üzerinde çalışıyorum. Orada gerçekten metnin kendi özelliği ve ne istediği ile ilgili çok çalışıyorum. Metin tiyatrosu yönetmenliği de yapıyorum, ama mesela, ‘Home Sweet Home’ gibi, ‘Mutfak Kazaları’ gibi, ‘Hayat Devam Ediyor’ gibi işlerde ya da ‘Arıza’ da, tamamen sıfırdan başlanıp, ekip ve oyuncu ve yönetmen arasında çalışıla çalışıla oluşturulmuş ve yapısı kurulmuş işler. Tamamen orijinal, tamamen bize ait, tamamen buraya ait ve çağdaş olarak buraya ait işler. Bu işlerde gidebildiğim kadar sınırları denemeyi, alanların içine girmeyi dener ve -tabii bir konseptin içine oturtarak- ama giderim. Ama metin tiyatrosunda, bir metinden yola çıktığımı ve bir yazarla ortak çalıştığımı unutmam. Ama burada, yazar, benim aslında. Sahne dili yazıyorum ama, burada yazar, benim. O yüzden, ikisi çok farklı şeyler benim için. Bunlar çok zor şeyler ve bağımsız projeler. Ve Türkiye’de sayıları çok az. Bu yüzden Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali, benim için bir fırsat. Çünkü, Festival’e iş yapıyorum ve Festival seyircisi benim için ilginç bir seyirci. Karşılaşma seyircisi. Çünkü, uluslararası işleri takip ediyor. Aynı zamanda ben de ona, uluslararası standartta ben de bir iş ortaya koyuyorum. Seyircisi açık olduğu için, rahat gidebileceğim. Mesela Dot’un seyircisi de açık bir seyirci. Her tiyatronun kendisine ait bir seyircisi olduğunu ve ona göre çalışılması, düşünülmesi gerektiğini düşünüyorum. Repertuar politikası çok önemlidir. Hangi tiyatro sizi davet ediyorsa, o repertuar politikası içinden o seyirciyi dinlemeniz gerekir. Onunla karşılaşmanız gerekir, bu da önemli. O yüzden ‘Arıza’da özellikle rahatım karşılaşma anlamında.
Sahneniz?
Oyun, iki kişilik bir yatakta geçiyor. Olabildiğince alanı daralttım. Yani sahne, iki kişilik bir yatak. Yani, iki çarpı iki , dört metrekarelik bir alanda oynuyoruz. Bu da, bir kere hareketin sıkışmışlığını getiriyor, mekân sıkışmışlığını getiriyor. Ve o zaman, iki kişilik ilişkiler, 3 kişi, 4 kişi, artık onları yerleştirmemle ilgili, tamamıyla her türlü hareket etme ve sunma biçiminin çok net ve nedenli olması gerekiyor. “Niçin oraya geçiyorsun? Neden orada duruyorsun? Oraya geçersen, öbürünü ezebilirsin” gibi. Daralttıkça, mikrokozmik oldukça, makrokozmik bir algı başlıyor. Yani, her şeyi çok fazla içine girerek, büyüteçle görmeye başlıyorsunuz. Bu, benim çok hoşuma gitti mesela. Ve mesela, olabildiğince, yatak içindeki her türlü durumun göndermelerin içine dalıp dalıp, çok korktum açıkçası, çok karşılaşmalar yaşadım.
Peki şu anda, prömiyer öncesi ne
hissediyorsunuz?
Teknik anlamdaki sorunlar nedeniyle çok yoruldum, çok yalnız kaldım. Ama ekip, işe inanılmaz sahip çıktı. Ben kaç defa bırakmayı istedim oyunu aslında, ama oyuncu arkadaşların isteğini gördükçe, “devam edeceksin, durmayacaksın” dedim içimden. Türk Tiyatrosu’nda çok iyi oyuncularımız var ve çok sahip çıkıyorlar, çok seviyorlar işlerini. Bu, inanılmaz bir şey. Alışmadıkları bir mekânda, gece gündüz nasıl çalıştıklarını, her şeye nasıl hazır girdiklerini görünce, ben yönetmen olarak, “bu noktada, kesinlikle bırakamam” diye düşündüm ve yeniden yeniden toplanıp, böyle bir proje oldu. Bu da çok güzel, tabii.
Oyununuzun mekânından, ‘Garajİstanbul’dan
bahseder misiniz biraz da…
Çok güzel bir yer olacak. Daha tam anlamıyla bir tiyatro alanı olarak tamamlanmadı ama ben özellikle seçtim burayı. Seyirciyi tam sokağa bakan pencerelere bakacakları biçimde oturttum. Çünkü oyun başlayıp, içeride ışıkları yaktığınız anda, sokaktan geçen herkes içeri bakıyor. O çok ilginç bir ayna oldu. Yani seyirci sahnede çok intim bir şey seyrediyor. Orada zaten bir karşılaşma yaşıyor yatağı görünce. “Yatağa ne kadar yakınım” yabancılaşmasını yaşıyor ve sonradan da “evet ama bu bir oyun” diyerek rahatlamasını yaşıyor. Tabii ki oyun olduğunu gösteriyoruz biz de. Onu seyretmeye başladıktan sonra, kendisini seyredenleri görüyor. Çok ilginç bir içinde olma durumunu görüyor. Çünkü orada da onu başkaları seyrediyor pencere dışından ve de kendi seyretme biçimini tekrar tartışmak zorunda kalıyor. Bu mekândaki pencereleri gördüğüm anda, “işte bu tam istediğim şey” dedim.