Sabahın Köründe Yürüyüş


Giriş Sayfası Duygusal ve Bireysel Genel Temalar Fikir ve Elestiri Makaleler


 

 

 

SABAHIN EN KÖRÜNDE EVDEN TARABYA ARASI

( 25.10.2008 )

 

Saat sabahın 6.30’u... Hâlâ kapanmaya niyeti olmayan gözlerle bilgisayara bakarken, ilginç bir şekilde dışarı çıkma isteğine, her ne kadar karşı koymaya çalışsam da yenik düşüyorum ve üstüme bir kotla kalın bir sweat-shirt geçirip, montumu alıp çıkıyorum evden.

Çıkmasına çıktım da “e, şimdi ne yapacağım” diye düşünüyorum ve gözüm evin karşısından aşağı doğru inen ve bitimi Kireçburnu sahiline çıkan yola takılıyor. Belki de yokuş aşağı olmasının cazip gelen rahatlığına aldanıp, kendimi sahile doğru normal hızdaki adımlarla bırakıyorum. Sağıma soluma bakına bakına yürüyorum tanın henüz ağarmak için gecenin karanlığını yırtmaya çalıştığı bu saatlerde. İstanbul’un da İstanbullu’nun da yeni yeni uyanmaya, yavaş yavaş hareketlenmeye başladığını görüyorum. 7.00 otobüsüne binip işine gidecek olan bir kaç kişi görüyorum durakta, herkes uykulu. Yüzlerine baktığımda “yine sabahın körü, yine iş” diye içten hayıflanmada olduklarını anlamam çok da zor olmuyor ve bir an için deli olduğumu düşünmekten alamıyorum kendimi; insanlar belki de yarım saat daha fazla uyuyamamış olmanın stresini yaşarken, ben imkanım olduğu halde kendimi sokaklara atmış durumdayım.

Çöp kamyonunun, sokakların sessizliğini, o gürültülü homurtusuyla, henüz bozmamış olduğunu yolun kenarlarındaki çöplerden anlıyorum. Koca sokakta bir ben varım, bir de hala alınmamış olan çöplerden en son ne kurtarabileceğini düşünen köpekler. Yürüyorum, köpeklerin ürkütücü bakışları arasında...

Sonunda, yol çıkması gereken sahile çıkıyor, deniz kenarında yürümeye devam ediyorum. Karanlığın perdesini yırtmaya çalışan gün ışığı da muradına ermiş, bana eşlik ediyor. Birkaç kişi var ara ara yanımdan geçen, hepsi sabah koşusuna çıkmış... Belki yedi sekiz saat öncesine kadar üzerinde iki sevgilinin el ele tutuşup denizi seyrettiği ama şimdi yerlerinde yeller esen bir bank görüyorum ve oturup denize karşı sigaramı yakıyorum. Karşımda, Boğaziçi’nin kendini Karadeniz’e teslim ettiği; iki yakanın birbirinden artık tamamen uzaklaşmak üzere son defa yakınlaştığı kısım... İki yakaya da baktıkça; güzelliklerimizin farkında olmayan bir toplum olduğumuzu, ormanlık kısımların delik deşik hale getirilmiş olduğunu görünce bir kez daha anlıyorum ve bu duyarsız toplumun başka bilinçsizlikleri geliyor aklıma. Günlerdir izlediğim haberler geliyor aklıma; birbirini vuranlar, huzursuzluk yaratıp kendilerince bazı mercilere mesaj vermeye çalışan bir takım gölge insanların galeyena getirttiği ve çatışmalarına sebep oldukları gruplar... “Biz, daha kimlerin hangi oyunlarına geldiğimizi öğrenememişiz kırk yılı aşkın bir süredir; birbirimizin, birlik ve beraberliğimizin kıymetinin farkında oluşumuzu kaybetmişiz; sahibi olduğumuz üç beş tane ağacın, doğal ve tarihi güzelliğin mi kıymetinin farkında olabileceğiz” diye hayıflanıyorum nafile... Bu düşünce bulanıklığının içinde sigaramın da bitmiş olduğunu farkediyorum ve oturduğum banktan kalkıp, Tarabya’ya doğru olan yürüyüşüme devam ediyorum. Yürürken de aynı şeyleri düşünmeye, düşündüklerimi detaylandırmaya devam ediyorum kendi kendime ama bir anda duraksıyorum: “Ben, bunları düşünmek için çıkmamıştım ki!”

Gözlerim, üstünü okşar bakışlarla denize yöneliyor... Ellerimi ceplerime sokuyorum ve denizi izlemeye koyuluyorum. Kuru yük taşıdığını düşündüğüm koskocaman bir gemi, boğazın karnını -ceset üstünde otopsi yapmakta olan bir doktor gibi- tereddütsüz ve kararlı bir şekilde yarıyor. Deniz de halinden memnun olsa gerek ki gayet durgun ve sakin bir şekilde sadece okşuyor doldurma olan sahilin duvarlarını. Ufak tefek bir kaç motor ve tekne daha ilişiyor gözümde denizin üstünde eğile büküle seyreden. Bütün bunları izlerken denizle konuşmaya başladığımı farkediyorum: Üstün de her daim kalabalık, etrafın da... Hele de ilerleyen saatlerde daha da kalabalıklaşacak üstündeki trafik de, etrafındaki insanlar da... Ama farkında mısın be İstanbul’u İstanbul yapan; herkesin kendine hayran olduğunun farkında olan sen “deniz”, senle aynı haltız ikimiz de. Hayranın da var sevenin de... Kalabalığın da çok, muhabbetin de... Sahip olduğumuz her şey neredeyse aynı ama kötü bir şey var: Duygularımız ve ruh hallerimiz de aynı... Kendimizi mutlu edebiliyoruz ama ne yazık ki ikimiz de kendimizi tamamlayamıyoruz...

İç dünyamı denize döktükten sonra, yürümeye devam ediyorum. Sabahın köründe, giydiği etekten sakız çiğneme şekline kadar tepeden tırnağa buram buram fuhuş kokan, fahişeliğini hiç bir sıkılma belirtisi göstermeden afişe edebilen bir kadının bana doğru yaklaşıtığını görüyorum karşımdan. “Yakışıklı, saat kaç?” diye soruyor, aynen eski Yeşilçam filmlerindeki hayat kadınlarının konuşma tarzıyla. Acıma ve aşağılama karışımı bir gülümsemeyle başımı sağa sola sallayarak oralı olmadan geçiyorum yanından. Saygısız davranışımın sebebi para karşılığı seks yapması mı yoksa midesiz olması mı diye düşünüyorum. Sanırım her ikisi de...Tam bunu düşünürken, verdiğim cevabın üstüne, akşam bana yapılmış bir itham geliyor aklıma saygısız davrandığımı öne süren. Sanırım akşam bana yapılmış olan bu ithama verdiğim cevap da az önce düşündüğüm sorunun cevabıyla benzerdi. Saygısız davranıyordum evet, çünkü midesizlere hiçbir zaman saygılı davranmadım ki ben...

Biraz sonra, gözüme bir simitçi ilişiyor. İçim de eziliyorken, ne güzel bir tesadüftür bu. Bir simit alıyorum ve ilerideki banka oturuyorum. Yavaş yavaş simidimi yemeye başlamışken, biraz ileride üç tane çocuk görüyorum. Üstlerine başlarına bakınca sokak çocuğu olduklarını fark ediyorum. Yaşları 14 ile 18 arasında değişen üç tane çocuk... Biriyle göz göze geliyorum onlara bakarken ve elimle gelmesini işaret ederek, gülümseyen bir bakışla çağırıyorum. Delikanlıya, bu simidin bana fazla geleceğini ama iki arkadaşıyla beraber üçüne de yetmeyeceğini söylüyorum aç olup olmadığını sorduktan sonra. “Olsun ağabey” diye cevap veriyor. Benimle koşmak isteyip istemeyeceğini sorduğumda, anlam veremeyen bakışlarla bana bakarak nereye koşacağımızı soruyor. Simitçinin uzaklaştığını ama birlikte koşup yetişebileceğimizi ve simit alabileceğimizi söylüyorum. “Koşarız tabi ki ağabey” diyor gülümseyerek ve birlikte koşup simitçiyi yakalıyoruz. Aslında gönül, daha güzel birşeyler yapabilmek istiyor ama o anda tek yapabileceğim şey de bu. Birkaç tane simit alıp, sohbet ede ede dönüyoruz arkadaşlarının olduğu yere. Sohbet sırasında orta ikinci sınıfta olduğunu, sabahları dersten önce metal, plastik ve naylon gibi hurda değeri olabilecek materyalleri toplamak için sahile indiğini diğerlerinin de ağabeyleri olduğunu öğreniyorum. İkisi de işsiz olan ve liseden terk olan ağabeylerinin yanına geldiğimizde onlarla da bir kaç dakika sohbet ettikten sonra, aklımın büyük bir kısmını orada bırakarak ayrılıyorum yanlarından. Baba hamallık yapıyor, anne çalışamıyor ve çocuklar da bir yerlerden koşturuyor. Yüce yaratıcının bana verdiği her şeye bir kez daha binlerce defa şükrettikten sonra yine ülkenin durmuna gidiyor aklım ister istemez. Bir tarafta tek bir gecede binlerce lirayı pervasızca yiyebilecek durumdaki insanlar, bir tarafta ise ekmeğini çöplerden çıkaran insanlar... Elbette ki her ülkede vardır böyle durumlar ama sanırım bizim ülkemizde daha büyük bir oran kapsamaktalar durumları “yok” denecek kadar kötü olan insanlar. Kurtlar Vadisi Pusu’nun bir bölümünde geçen bir söz geliyor aklıma, Polat İskender’e şu şekilde çıkışıyordu: Teröre milyonlarca dolat harcatmasaydınız bu ülkeye, kişi başına düşen milli gelir de bugün bu durumda olmazdı, herkesin maaşını hergün yüzde yüz zamlı verirdim. Bugün, uluslarası politika gereği olmasından dolayı - Türkiye dahil, fayda gören devletlerin isteğiyle-  bitirilmeyen PKK yüzünden bir hiç uğruna ölen binlerce insanımızın ve harcanmış olan milyonlarca doların yurtiçinde kaldığını ve kimsenin ölmediğini düşünüyorum ve bu durumdaki bir Türkiye’nin bugünki sosyo-ekonomik yapısını düşünüyorum... Elbette ki kat kat daha iyi olurdu ve ekmeğe dahi muhtaç insan sayısı da kat kat daha az olurdu...

Toplumsal, bireysel ve hatta duygusal düşünceler eşliğinde Tarabya tarafından eve doğru çıkıyorum. Açık olduğunu gördüğüm fırından sıcak ekmekler alıyorum kahvaltıda aifyetle yemek üzere ama bu ülkede aç insanlar da var biliyorum... Dolan gözlerimi kolumla hafifçe kendine getiriyorum. Bir kaç dakika daha yürüdükten sonra evime giriyorum ve keyifsiz bir şekilde çay koyuyorum... Biraz açılırım diye yürümeye kalkışmış olmamın bu denli içimi karartacağını nereden bilecektim ki?

 

                                                                                                                                                              Emre Utku ÖZEN