Akıl,Kullandırılmamalı; Kullanılmalı


Giriş Sayfası Duygusal ve Bireysel Genel Temalar Fikir ve Elestiri Makaleler


 

AKIL, İNSANA KULLANSIN DİYE VERİLDİ KULLANDIRSIN DİYE DEĞİL

(31.01.'09)

 

Gerek devletler, gerek ideolojik oluşumlar ve zümreler, gerekse de çeşitli amaçlar için oluşturulmuş topluluklar; düşünmeden, sorgulamadan, sadece biat eden insanların varlığının kıymetini hep çok iyi bilmişler, bu insanların kullanılabilirliğinin her zaman farkında olmuşlar ve bu bilinçle de her zaman insanları kendi istekleri doğrultusunda şekillendirmeyi bilmişlerdir ki kendi kalıplarına uyan insanlarla atlarını gönüllerince koşturabilsinler. Bugün, birçok siyasi parti, zümre ve benzeri oluşumlarda bunun örnekleri açıkça görülmektedir.

A priori1 ilkeler, çeşitli dogmalar ve asla değişmeyeceği kabul edilen mutlak değerleri kabul eden, bu bilgilerin mutlak hakikat olduğunu, inceleme, tartışma yahut araştırmaya ihtiyacın olmadığını savunan anlayışa dogmatizm denir. Temelde skolastik bir anlayıştır, modern çağda değişme ve gelişmeyi yadsıyan öğretileri ve anlayışları adlandırır.2 Bu tanım çerçevesinde; dogmaları, hem direkt “ilahi öğretiler” olarak hem de tanımı biraz daha genişleterek “zümrelerin oluşum ilkeleri” olarak kabul edebiliriz.

Siyasi partiler… Belli ilkeler ve düşünceler bazında, az çok yakın düşünen insanların oluşturduğu gruplardır ve düşünceyi paylaşma ve dile getirme platformlarıdır. Ancak, bugün partilere baktığımızda, parti politikaları genel ilkeler şeklinin dışına çıkarılarak, parti yönetimindeki bireylerin kendi istekleri de partinin politika ilkeleriymiş gibi dayatılabilmekte; bunu az ya da çok sorgulayan parti mensupları da hemen sindirilmektedir. Benzer düşünen insanlar, bire bir aynı şekilde düşünmek zorunda olmadığı gibi, birinin aklına yatan düşünce diğeri için de mantıklı olmak zorunda değildir ve bu tür ihtilaflar karşılıklı tartışılabilmelidir ki doğru olana ulaşılabilsin.

Daha somut örnekleme yapılabilmesi adına üniversitelerdeki siyasi oluşumlardan dem vurulacak olursa… Üniversitelerde birçok siyasi görüş kendine vitrinde yer bulabilmekte; afişleriyle, pankartlarıyla, etkinlikleriyle sahneye çıkabilmektedirler –ki ne kadar güzel bir olgudur eğer herkes birbirine aynı özgürlüğü tanıyabilirse-. Lakin, birbirilerini “özgürlüğü kısıtlamak” ile suçlayan gruplar bazen kendi suçlamalarına kendileri de düşmektedirler. Karşıt görüşün afişlerini, gizlice indiren bir grubun bireylerinden birine sorulduğunda yaptığı işin ilk etapta doğru olduğunu düşünmekte olduğunu görmek çok şaşırtıcı gelmemektedir çünkü kendisine gelen direktif, doğruluğu ya da etiği tartışılamaz, sorgulanamaz bir bilgidir ama kendisine “aynısı size yapılsaydı ‘baskı’ diye itham edecektiniz” diye sorulduğunda ise cevap verebilecek bir yüz görmemek de şaşırtıcı gelmemektedir. Peki, durumu ya da fiili sorgulamayan bu bireyler kimlerin ne şekilde işine yaramaktadır? Tek bir kişi, kendilerine gelmiş olan direktifleri “savunduğumuz şeyle çelişmiş oluruz” diye sorgulamamakta mıdır? Bu, salt biat; biat ettirenlerce, başka amaçlar hizmetine sunulmuş değil midir? Gelen direktifler, dogmatik bir bilgi haline dönüştürülmüş, haliyle de gruba dahil bireyler sorgulama ya da düşünme eyleminden uzak tutulmuş değil midir?

Dogmatik bilginin en bariz örneği ise dini öğretilerdir. Dini öğretiler, kurallar tartışılamazlar çünkü ilah tarafından belirlenmiştir. Aynı zamanda; din, toplumların veya kitlelerin en hassas noktası olduğu için de bazı devlet yönetimlerinin, zümre idarelerinin bireylerince -yönettikleri veya idare ettikleri insanları şahsi çıkarları veya farklı çıkarlar uğruna yönlendirebilmek adına- adeta bir araç olarak pervasızca kullanılmıştır. Nitekim, insanlar tarafından dinlenen kimseler, gerek başkalarının yönlendirmeleriyle gerekse kendi şahsi düşünceleri doğrultusunda, oluşumlarını güçlendirmek adına kendi istek ve görüşlerini zümre mensuplarına dini emirlermiş gibi göstermiş –hatta dayatmış-, sorgulamayan bireyler tarafından bunların dini emir olarak algılanmasını sağlamış ve bariz bir şekilde başka amaçlara hizmet ettirilen insanlar meydana getirmişlerdir.

Başarılı ve gerçekten kendini yetiştirmiş padişahlardan biri olan, Mısır Fatih’i şahs-ı muhterem Yavuz’un da Türk toplumuna belki de farkında olmadan yaptığı en büyük kötülük olmuştur Hilafet’i Türklere geçirmesi. Zaten, dini kurallar çerçevesinde yönetilmekte olan devlet, Hilafet’in de kazanılmasıyla salt bir şeriat devletine dönmüş, söz sahibi olan bağnaz ve yobaz kimselerce dini kurallar yanlış yorumlanarak (ya da kasten yanlış yorumlanmış) topluma dayatılmış, pozitif ve beşeri bilimler zamanla yerini sadece fıkıh bilimlerine bırakmış ve toplum, ehl-i din gibi görünen ama adam dahi olmayan kimselerce cehalete gün be gün sürüklenmiştir. (En bariz örneği: Hilafet’in kazanılmasından sonra sadece 40 yıl sürmüştür yükselme devri çünkü artık ne askeri ne idari ne de eğitimle ilgili konularda modernizm ve bilim referans alınmıştır.). Özellikle de daha sonraki dönemlerde ( Gerileme Dönemlerinde) açıkça görülmektedir ki dış ülkelerce kullanılan vezirler ve sadrazamlar -ki çoğu zaten kendini hiçbir konuda yetiştirememiş şahıslardır- padişahı etki altında bırakarak veya bir şekilde ikna ederek, hilafet rütbesini kullandırtmış ve dinle alakası dahi olmayan fetvalar verdirtmişlerdir. Beşeri ve pozitif bilimlerden, büyük bir azimle uzak tutulan haliyle de sorgulayan ve düşünen bireylerce fakirleştirilmiş olan halk ise “halife sözü”’nü dini emir olarak bilmekten öteye geçememiştir. Haliyle, zamanla da toplum bu tür dogmatik dayatmaları din olarak bellemiştir. Dini, bu şekilde yanlış öğrenen ve sorgulamayan bir toplumun içinde ise bu durumu bilen uyanık şarlatanlar da çok güzel prim yapmayı başarabilmişler; dini istismar ederek etraflarında kitleleri toplamışlar, topladıkları kitlelere ise zamanla şahsi ereklerini dini buyruk gibi alttan alttan işlemişlerdir ve bu empoze, kitle içindeki birileri tarafından sorgulanacak olursa anında susturulmuştur ki kitlenin kafası karışmasın, sorgulamadan salt biat devam edebilsin.

Eğitim, hayır işi, sohbet, destek, yardım vb. gibi; dışarıdan bakıldığında gayet masumane kılıflara bezenmiş şekillerle gencecik beyinler bağnazca ve yobazca yıkanmakta, özünde doğru dogmatik bilgiyle alakası olmayan verilerle donatılmakta, bir şahsın iki dudağının arasından çıkacak tek bir sözle harekete geçebilecek kıvama getirilmektedirler. Daha da ürkütücü olan kısmı ise çalışma ve teşkilatlanma biçimlerindeki sistematiktir. Düşünme, sorgulama ve eleştirme yetilerinden uzaklaştırılmış, salt biat eder hale getirilmiş bireylerden oluşan bu gruplar, silahlı örgütlerden dahi daha büyük bir tehlike potansiyeline dönüşmüşlerdir çünkü gerçek cehalet, bireysel düşünceye sahip olmamaktır.

Her insanın kendine ait bir aklı vardır ve haliyle her insan her şeyi farklı yorumlayabilir. O halde; insanlar, tanrısal buyrukları dahi kendi akıl hocalıklarında araştırmalı, yorumlamalı ve biat edip etmeyeceğine karar vermeli ve biat etme şeklini belirlemelidir. Kullanılsın diye bahşedilmiş aklı, başkalarına yönettirmekse gerçek dogmatik emirlerle örtüşmemektedir çünkü insanoğluna “akıl” denen düşünme yeteneği, kullanılsın diye verilmiştir kullandırılsın diye değil. Söyleneni sorgulamayan, araştırmayan, düşünmeyen ve yorumlamayan insan, insanı diğer mahlukatlardan ayıran özelliğini kullanmayan insan demektir ve haliyle diğer mahlukatlardan farksız hale gelmiş demektir. Körü körüne inanmak, gerçek dogmatik öğütlerde bile yanlış olarak nitelenmiştir.

 

                                                                                                                                                                                           Emre Utku ÖZEN

 

1-               A priori: Kelime anlamı olarak önceki demektir. Ancak genel kullanım alanı olan felsefede, deneyden önce olan anlamında kalıplaşmıştır. A priori, genelde deneyle kanıtlanamayacak olgular için kullanılır. Bunun en temel örnekleri dinsel konular ile ölüm ve hayatın başlangıcı, tanrının varlığı, evrenin yapısı gibi metafiziksel savlardır.

2-               Dogmatizm’in tanımı. (bkz: http://tr.wikipedia.org/wiki/Dogmatizm)