İstanbul'dan İnsan Manzaraları


Giriş Sayfası Duygusal ve Bireysel Genel Temalar Fikir ve Elestiri Makaleler


 

 

İSTANBUL’DAN İNSAN MANZARALARI

6 Nisan 2008 

 

İstanbul’da bir Pazar sabahı... İstanbul’un yüzü asık, ağladı ağlayacak neredeyse. Uyandım erkenden, aile ortamında bir kahvaltı olması adına Üsküdar’a gitmeye karar verdim. Odamda bir kaç gündür yalnızdım, belki de bu sebeple kendi kedime konuşup duruyordum içimden otobüste, vapurda ve yürürken.

Üsküdar’a doğru yol alırken biraz dalgın oluşum, beni etrafımda olan bitenden uzak tutmaktaydı ancak dönüşüm sırasında, çevreyle bayağı bir alâkalı olduğumu ve insanları gözlemlediğimi farkettim. Aslında gözlemlemiyordum ancak, bir mağazaya bir kaç parça şey almak için girdiğimde gördüğüm iki bayan, bir parfümün kokusu üzerinde hararetli bir tartışma içerisindelerdi. Mağazadan çıktığımda, Beşiktaş’a varana kadar, bir parfüm konusunu tartışma haline getirebilir mi bir insan diye düşünüyordum ki tam o sırada ilginç bir zat daha gördüm ve işte bu andı, gördüğüm insanların ilginç yönlerine dikkat etmeye başladığım...

Beşiktaş’ta, otobüs durağındayım. İstanbul semalarındaki pamuklar iyice yoğunlaşmış ve İsatnbul’un kirine dokundukça renkleri beyazdan kahveye doğru koyulaşmaktaydı, İstanbul’u biraz olsun temizleyebilmek için uygun anı kolladıkları çok belliydi. Tam bu sırada, önümden bir kız geçti ve ben bakakaldım gördüğüm çelişkiye. Bir bayan, başı kapalı; yüzündeki makyaj, tek katlı bir evin dört cephesinin dış boyasına rahatlıkla yetecek miktardaydı. Üzerinde, beline oturan, kalçalarının hemen üstünde biten, ince kesimli bir mont; streç diye tabir edilen daracık bir kot, kotun paçaları içinde olacak şekilde diz kapağı hizasına kadar siyah bir çizme vardı. “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diye düşünmekteyken, aynı kıza bakan; ellili yaşlarda, açık kestane renkli kısa saçlı, hafif toplu bir teyze de benle beraber aynı kıza, anlam veremez bakışlarını yönlendirmişti. Aslında çok rahat çıkarabiliyordum bakışlarından neler düşündüğünü... “Evet teyzeciğim, kesinlikle haklısın bence de...”

Git gide siyahlaşan bulutlar, tüm hırçınlığıyla İstanbul sokaklarını temizlemeye başlamıştı, koşuşturanlar mı dersin, bir yerlere sığınmaya çalışanlar mı? Bu sırada önümden bir çift geçiyordu ama yine bir gariplik vardı sanki bu çiftte de. Önceleri kardeş olduklarını düşündüğüm bu kız ve erkeğin sevgili olduğunu anladığımda gözlerime inanamadım. Kız, daha on altısında var yok, erkek ise yirmi beşini devirmiş olmalıydı. Bu mantıksız ilişki biçimi, bende; toplumdaki dejenerasyonu düşünme ihtiyacı yarattı ve bir müddet bunu düşündüm. Tek başına otobüs beklerken, kendini oyalayacak bir şey bulmaktan başka ne yapar ki insan? Ben de böyle oyalanıyordum işte...

Sonunda bir otobüs geldi ve itiş kakış binebildim otobüse.En sonunda yol almaya başlamıştık Maslak istikametinde... Günlerden Pazar, hava berbata yakın bir ruh halinde ve saat henüz öğleden sonra ama anlamsız bir kalabalık var İstanbul’da. Duraklar ana-baba günü, trafik desen Levent tarafında, önüne baraj kurulmuş akarsu rolünü oynamakta. Otobüste, önümde oturan iki kızın ve bir müddet sonra da arkamda oturan iki erkeğin konuşmalarına -seslerinin yüksekliğinden dolayı- kulak misafiri oldum. Kızlar ilginç bir şekilde erkek arkadaşlarını çekiştirmektelerken, erkeklerse bir futbol türküsü tutturmuşlar, içli içli okuyorlardı... Sanırım en iyisi kulaklarımı tıkamaktı bu muhabbetlere ve öyle yaptım. Kulaklığımı taktım ve müzik dinliyorum arkama yaslanmış bir vaziyette dışarıyı seyrederken. O da nesi? Bir Peugeot marka otomobil, bir dolmuşa çarpmış ancak maddi hasar, her iki arabada da yok denecek kadar az. Anlamış oluyordum trafiğin neden akmadığını. Yalnız, bir sorun vardı: maddi hasarın, yok sayılabilecek kadar az olduğu ufak bir trafik kazasında bile insanların anlamısz agresiflikleri. Kavga çıkmıştı, birileri araya girmiş ayırmaya çalışıyordu... Bireysel tahammülsüzlüğün sebebi ve bu toplumun bireylerinin neden bu hale geldiğini düşünmeye koyulmuştum ki aktarma yapmak için inmem gereken durağa geldiğimi farkettim.

Üstümüzdeki bulutlar mizaçlarını daha da sertleştirmiş, İstanbulu resmen öfkeyle boğuyorlar... İnsanlar da havanın durumuna paralel bir ruh hali sergiliyor olmalılar ki herkeste bir sinir... Üstüne bir de beklenen otobüslerin gelmeyişi eklendiğinde, kalabalıktan gelen oflamalar, poflamalar net bir şekilde duyulur halde... Durak zaten kalabalık; hava da bu kalabalığı durakların içinde daha sıkı fıkı bir toplanışa mahkum etmekte... Bu sefer, bir telefon konuşmasına, herkesle beraber şahitlik ediyorum. Birisi bir arkadaşıyla konuşuyor ve çalıştığı şirketteki güvenlik görevlisinin burnunu kırdığından, işten çıkarılma ihtimalinin yüksek olduğundan ve tazminat da alamayacağından bahsediyor. Şirketteki kademesini ya da konumunu  bilmediğim bu adamın anlattıkları beni yine gördüğüm kazadan sonra düşündüğüm şeylere yoğunlaştırıyor. Kademesi ya da konumu ne olursa olsun, mesai arkadaşları birbirlerinin burnunu kırabilecek kadar ileriye gidebiliyorsa; bizi bu denli saldırganlaştıran, birbirimize karşı bu denli gergin hale getiren şeyin ne olduğunu çözmeye çalışıyordum ki adamla göz göze geldiğimde, istemsiz bir şekilde gözlerimin ona takılmış olduğunu fark ediyorum. Burnumu kurtarmak adına, hemen bakışlarımı çekiyorum ve başka tarafa bakmaya başlıyorum.

Sonunda beklediğim otobüs geliyor ve biniyorum. Bir kere taktım ya insanlara, illa ki bir şeyler bulacağım... Otobüste bir kadın görüyorum, yanındaki koltukta henüz üç yaşındaki çocuğu oturuyor ancak bununla beraber yaşlı bir teyze de ayakta bekliyor. Dolmuş şoförleri geliyor aklıma “Abla, çocuğu kucağına alıver be”. Kadının durumu farkedeceği yok ve daha ilginci, kimsenin oralı olduğu da yok. Aklıma gelen dolmuş şoförlerine özeniyorum ve “Ablacım, çocuğu kucağına alsan da teyze de otursa” diyorum ama acaba kadına küfür mü ettim ki bana ters ters bakıyor? Fark etmez, ters bakışlarına rağmen, ricamı yerine getiriyor ve teyze oturuyor. Derken zaten, inceğim durağa geliyorum.

Elbette ki bana da kulp takan insanlar, beni de duruşumla, giyinişimle vb.  kendilerine konu eden insanlar vardır, olmaması garipsenecek bir durumdur. Ama olsun, otobüsten iniyorum ve uzun bir süre gördüğüm bu insan manzaralarını irdeliyorum içimde ve bir yerlerde birşeylerin yanlış ya da eksik olduğunu farkediyorum bir çok konuda. Kendisiyle çelişen, zihniyet olarak yanılgıya düşen, tahammülsüz ve duyarsız insan manzaralarıydı bugün gördüğüm, İstanbul’da...

                                                                                                                                                                      Emre Utku ÖZEN