"Biz Büyüdük ve Kirlendi Dünya"


Giriş Sayfası Duygusal ve Bireysel Genel Temalar Fikir ve Elestiri Makaleler


 

 “Biz Büyüdük ve Kirlendi Dünya”

(30 Aralık 2008)

Küçücük çocuktuk... Hayat yoluna daha yeni adım atıyorduk ve dünya sadece biz, ailemiz ve arkadaşlarımızdan ibaretti.  Literatürümüz geniş değildi ve biz bir çok kelimeyi sadece oyundan ibaret sanırdık. Ta ki, günden güne büyüyene; peyder pey gerçeklere aklımız ermeye başlayana kadar...

Karnımız acıkırdı, çişimiz gelirdi ya da oyuncağımızı dolabın üstünden alamazdık; “yardım” istemeyi öğrendik. Derken, yavaş yavaş -kendi tabirimizle “mahalle”- sokakta oyun oynamaya, arkadaş edinmeye başladık. Başkalarıyla birlikte de yapılabilecek şeyler olduğunu öğrendik. Oyunların, gerek kendi koyduğumuz gerekse başkaları tarafından konulmuş kuralları vardı, riayet etmeyi öğrendik. Misket ya da gazoz kapağı oynayacağımız zaman, son atan olmak için “kıssa” diye bağırırdık; sıra’yı öğrendik. İlk “kıssa” diyen sonuncu, sonraki bir önceki atıcı... “Kıssa” sesleri, sıra’yı belirlerdi. Bazen de “ebe” olmak gerekirdi ve ebe olmayı kimse istemezdi; sürekliliği sağlamak adına, istemesek de yapmamız gereken şeyler olduğunu öğrendik . Top oynarken, düşenler olurdu; kaldırmayı öğrendik, “yardım” etmenin duygusal gerekliliğine vakıf olduk. Bazen, mahallemize (yani sokağa) sorun çıkarmak için geldiği belli belli olan yabancılar gelirdi; birbirimizi ve mahallemizi korumayı öğrendik.

Mahallemizdeki evler müstakildi ve birçok bahçede kiraz, kayısı, erik gibi ağaçlar vardı. Bahçelere girip, meyve çalmayı oyun bildik ama hepsi komşumuz olan teyzelerimiz amcalarımız bize tatlı sert kızdı ve biz hırsızlığın kötü bir şey olduğunu öğrendik. Kar yağardı, sıcacık evlerimizden çıkıp, deliler gibi kartopu oynar karların içinde debelenirdik ve tekrar sıcacık evlerimizde ısınırdık, büyüdüğümüzde kar’ın kış demek olduğunu, kış günlerinde evsiz ya da evi olduğu halde ısınacak imkanları olmayan insanların olduğunu o zamanlar nereden bilebilirdik ki? Kar, bizim için zevkin doruğunda oyunlardan ibaretti.

Okula başladık, işler galiba yavaş yavaş ciddiye biniyordu. Sınıf olmayı öğrendik, bir kapının ardında olanların kapının dışına yansıtılmayacağını öğrendik. Durumu iyi olmayan birileri varsa, onu kendi aramızda maddi ya da manevi kalkındırmayı öğrendik. Birlik olmayı öğrendik. Kavga da ettik ama kavga ettiklerimizle tekrar sarılmayı da öğrendik. Öğretmenimiz artık bize ödev vermeye, yeri geldiğinde bizleri ekiplere ayırarak grup çalışması yaptırmaya başlamıştı; sorumluluk sahibi olmayı, ekip olarak belli sorumluluklar taşımayı, ekip çalışması yapmayı öğrendik. Bencil davrandığımızda işin yürümediğini ama “basit iş” ya da “büyük iş” diye ayırmadan, iş bölümü yaptığımızda işlerin kolayca ve düzgünce mükemmele ulaştığını öğrendik. ( Hayatımın en büyük temel taşlarından biri olan Ümran Erkal Öğretmen’imi rahmetle anıyorum. Matematik, fen, türkçe bir şekilde öğretilirdi de, onun bizlere öğrettiği “doğru insan olma sanatı” bu kadar ince bir şekilde öğretilemezdi. )

Büyümeye devam ettikçe, işlerimiz de sorumluluklarımız da büyüyor, bunların yanı sıra artık bizim dışımızda da bir dünya olduğunu yavaş yavaş öğreniyorduk. Gazete, televizyon gibi kitlesel ilteşimin vazgeçilmezleri dışında, kendi gördüklerimiz de bizi artık etkilemeye başlıyordu. Daha 5-6 yaşlarındayken oynadığımız “doktorculuk” oyunun, “kanser” karşısında yetersiz kalan bir bilim dalı olduğunu, Ümran Öğretmen’imizin kanser olduğunu ve emekli olmak zorunda kaldığını öğrendiğimizde, tüm sınıf olarak gözyaşları içinde öğrenmiştik. Artık, doktorculuk bir oyun değildi; gerçek doktorlar olmalıydı ve bir şekilde çare bulmalılardı...

Herkesin herkesi tanıdığı mahallemizde biz çocuklar, gecenin geç saatlerine kadar oynardık. Babaannem, geç saate kadar oynamamamız için bizlere bir takım hikayeler uydururdu: Aşağı mahallede sapık varmış, çocukları kaçırıyormuş, buraya da gelir, hadi içeri gelin... O zamanlar sadece korkup, “sapık” denilen şeyin ne olduğunu bile anlamazken; bugün ne manaya geldiğini öğrendiğimiz sapıkların varlığından korkmayı bıraktık ve rahatsız olmaya başladık.

Doğru insan olmak adına, gerek öğretmenlerimiz, gerek ailelerimiz bizlere bir çok insanı örnek gösterdiler. Yalan söylemenin yanlış olduğunu, dürüstlük ve güvenilirliğin ne demek olduğunu anlatırken Muhammed’i anlattılar. “Biz neden buradayız, neden varız” dediğimizde Allah’ı anlattılar, Allah’ın anlattıklarını öğütlediler. “Ülke” dedik, “Kemal” dediler, “Azim nedir” diye sorduk “Milli Mücadele” dediler; “Sabır nedir” dedik, “Yusuf” dediler...

Birtakım sınavlar da vardı -kendisi aslında başlıbaşına bir sınav olan- hayatın içinde, bu sınavlar sayesinde ise rekabeti ve rekabette ahlâk’ı öğrendik. Rekabetin düşmanlık olmadığını öğrendik. Hatta, öyle anlar geldi ki, elenenlerin insani özelliklerinden elenmediğini öğrendik. Ne olduğumuzu ve kim olduğumuzu unutmamayı öğrendik. İnsan olmanın; matematikten, fizikten, coğrafyadan geçmediğini öğrendik.

Galiba artık büyüyorduk... Yapacağımız şeyler için “para” denen şey de gerekmeye başladı. Ama bizler arkadaştık, hepimizde her zaman aynı miktarda para olamazdı. Paranın amaç değil, araç olduğunu öğrendik. Paylaşmayı bildik... “Sır” dediğimiz kavramlar girmeye başladı hayatlarımıza, güvendiğimiz samimi arkadaşlar oluşmaya başladı. Yalanın, hakka, ırza, özgürlüğe tecavüzün ve bunları gaspın yanlış olduğunu öğrendik, dersler çıkardık.

Gitgide büyürken, “aşk”ı öğrendik. Aslında çocukluğumuzda başlamıştı “aşk” denen macera ama o zamanlar çok daha çocukça ve oyun gibiydi... “Aşk” dedik, “emek” diye öğrettiler. “Aşk” diye sorduk ebeveynlerimize, el ele tutuşup, birbirlerinin gözlerinin içine bakarak “biz” dediler. Olması gerekeni öğrendik: sadakati, sahip çıkmayı...

Bu örnekleri, bu şekilde çoklamak ve herkesçe birşeyler katmak elbette mümkünken, uzatmak yerine toparlama yolunu yeğliyorum. “Biz”ler büyüdük, büyüdükçe; gerek etrafımızda gerek okullarımızda gerek mahallelerimizde gerek ülkemizde gerekse dünyada; yolsuzluğu, yalanı, saygısızlığı, hileyi, düzenbazlığı, fesatlığı ve riyayı gördük. Artık, “biz”den başka bir dünyanın da olduğunu öğrendik. Anlık hırs yada istekler için yapılan pervasızlıkları; sebebi sadece devletlerin çıkarları için olan savaşları, masum insanların ölüşlerini; hakka, ırza ve özgürlüğe tecavüzleri gördük.  “Kemal”’den öğrenmiştik, bireyin refahının halkın refahından daha önemli olamayacağını, Kurtuluş Savaşını anlatmışlardı bize “beraberlik” diye sorduğumuzda. Bugünse herkes birbirini ayırır olmuş sen “şu”sun ben “bu”yum diye... Oysa daha 90-100 sene önce hepimizin dedesi aynı topraklar için aynı cephelerde taşımadılar mı birbirilerini, yaralandıkları zaman?

Biz büyüdük, bizlerle birlikte bir çok insan da büyüdü, kimi göçtü kimi kaldı, kimi bizden genç kimi bizden yaşlı... Ya biz, bir yerlerden yanlış dersler çıkardık, yanlış şeyler öğrendik ya da bugün; insanları, insanlığı, halkları, toplumları kandıran; hak hukuk gözetmeyen, zayıf’ın acizliğini kendine fırsat bilen; ahlâksızlığı marifet bilen; hakka, ırza ve özgürlüğe tecavüz eden insanlar bizlerle aynı şeyleri öğrenememiş, bizler gibi yetiştirilememiş veya bizlerle aynı dersleri çıkaramamış olmalılar. Biz küçüktük ve bizden ibaretti dünya. Biz büyüdük, büyüdük ve dünyanın bizden ibaret olmadığını gördük ve dünya -sadece bizden ibaret olduğu için midir bilinmez ama- biz küçükken tertemizdi oysa... “Biz büyüdük ve kirlendi dünya”...

                                                                                                                                                                           Emre Utku Özen